Şemsettin’in Hikâyesi (1)

tumblr_legm2p2EXh1qdweqso1_500Şemsettin B. Hakkındaki Her bi’şey

Bir varmış,bir yokmuş..

Evvel zaman içinde,zaman bizim içimizde.. Ve hepimiz bir çemberin içinde tıngır mıngır gider iken.. Pireler bakkal,develer tellâl,hainler muhâl,şâhitler lâl iken.. Uzak mı uzak,çok uzak bir genç adam yaşarmış şehrin birinde..

Genç adam,evinden işine,işinden evine gider,etliye sütlüye pek karışmaz,başına geçirdiği yorgun kasketini,en az kasketi kadar yorgun gözlerine indirir,başkalarını görmemek için olabildiğince bakışlarını adımlarına çevirir,ılık yaz akşamları kimsenin oracıktan geçtiğini fark etmediği kara bir kedi gibi şehrin sokaklarından usulca akarmış..

Gri ve soğuk binalardan birine her gün girer çıkar,kimseciklerle konuşmaz,kimse de ona kim olduğunu sormazmış. Sessizce otururmuş,mavi, ucuz ve üç ayağından birinin tekerleği kırık memur koltuğuna ve parmaklarıyla kirli, eski bir klavyeye dokunup yazmaya başlarmış; ” falanca filanca tapu kadastro müdürlüğüne..”

Müzekkerelerce uzayıp giden günün sonunda,bilgisayarını kapatmaya bile gerek duymadan, ağrıyan bir mide, solgun bir surat, düşük omuzlarını alıp canının sıkıntısını boynuna doladığı nefti yeşil atkısıyla sağlamlaştırarak eve dönmek için sürüklermiş ayakkabılarını..

Eve gitmek için, izdiham ve küflü bir yalnızlık kokan halk otobüslerine, iskelelerden kimsenin ona el sallamadığı şehir hatları vapurlarına, patlamaya hazır bir ergenlik sivilcesi gibi bağımsızlığını ilan etmeye hazır liselilerin hücum ettiği, kız kulesi ile cehennem arasında gidip gelirken, köşe başlarında adamın pankreasını ağzına getirecek kıvamda deli fişek minibüslere (ve uykusunda bazen kümülüslere!) binerek varırmış eve.

Bazen bir kaç durak önce inip, yaşadığına dair sahilde bir delil aramak istermiş ciğerlerine; havada hep, telefonu meşgule düşüren bir edâ. Yıldıran bir yokuş boyunca ayakları geri geri giden genç adamın günün sonunda vardığı eşik, Torlakfırın sokak, Deniz apartmanı 1 numara.

Ruhuyla abanarak açarmış ağır giriş kapısını genç adam. Apartman, küf kokarmış. On iki merdiven inermiş. Çalarmış kapıyı.

” Tak! Tak! Tak!”
” Şemsettin!!Aaa! Bak, yine ekmek almamışsın amaa!!”
“….”

 

 

2.

İki oda, bir salonmuş Şemsettin’in evi. On iki yaşındayken taşındığı bu evde tam yirmi yılı geçmiş. Kapıyı her zamanki gibi açarmış annesi; yorgun, telaşlı, bencil. Babası, her zamanki gibi, pencerenin yanındaki, artık antika sayılabilecek dede yadigarı berjerde oturur, onun yer yer kadifesi eskilikten dökülmüş döşemesiyle bütünleşirken, bulmacasını çözer, küçük radyosundan Hüner Coşkuner’den şarkılar falan dinlermiş.

İlerlemiş yaşıyla Şemsettin,bir evlat olarak yaşlı ana babasına yük olacak kıvâma çoktan geldiğinin farkında, canını biraz da bunun için sıkarken, kendini hayatın doğal akışına bırakmış münasebetsiz bir poşet gibi durup dururmuş her akşam salonun bir köşesinde, kendisine tv izleme süsü vererek.

“Aç mısın..”

 

Çok gerekmedikçe konuşmazmış Şemsettin; vücut dili ve “hı hım”lardan başka. Öyle ya,seslerin gereksizliğine inanır insan, uzun süre konuşacak bir kimse bulamadıysa.

Hayrettin B. (Şemsettin’in babası) pencere önü saksıları gibi sakin ve yaşama müdahil olmayan bir adammış. Onuncu yılını dolduran emekliliğinin üzerine, hayata tek katkısı, bulmaca çözmek ve cuma namazlarına geç de olsa gitmekmiş. Kötü bir adam,denemezmiş Hayretin B. için. Lakin bir insanın iyi sayılabilmesi için ,elinden kolundan her hangi bir iyiliğin de sâdır olması gerekmez mi? Belki de Hayrettin B.nin kayda değer tek kötülüğü, pek de iyi yürütemediği aile reisliği rolünü, Şaduman B.’ye (Şemsettin’in annesine), kaptırmasıymış.

Şaduman B., görünürde mazbut ve mütevazı bir ev hanımı olmasının yanı sıra, Ulusal Haset ve Fesat Bakanlığı kurulsa, başına geçecek kadar azimli bir kadınmış. Bütün gün,dünya hırsıyla dolu gözlerini kısarak, yolla bitişik pencereden gelen geçeni izleyen ve mahallelinin kişisel envanterini sıkı sıkıya tutan, herhangi bir komşusunun sosyo-ekonomik geçmişini en az üç kuşak geriye götürecek kadar sayabilecek potansiyele sahip, klasik bir türk anasıymış Şaduman B.. Son yıllarda en büyük derdi, maaşını yemekten mahrum kalacağını bile bile, tek oğlunu evlendirmek, ona,kafasına uygun hayırlı bir kısmet bulabilmekmiş. Bulmuş da.

Şemsettin’in nişanlısı, Şemsettin gibi uzun boylu. Şemsettin gibi ince. Şemsettin gibi sessiz. Şemsettin gibi soluk ve silik. Aynı mahallede büyümüşler Şemsettin ve Vildan. Birbirleri hakkında herşeyi (haklarında bilinen fazla bir şey yok..) bilirlermiş.

Babası küçük yaşta ölmüş Vildan’ın. Annesi, çok çalışkan ve namuslu bir kadınmış. Bir yandan evlere temizliğe giderek liseye kadar okuttuğu kızını, sonrasında yollamadığı Halk Eğitim Merkezi kursu kalmamış. Annesi ne derse yaparmış Vildan. Tâ ki, ne olur ne olmaz, ölüm var kalım var diye yollandığı son kursa (uygulamalı cenaze yıkama kursuna!) kadar. Kursiyerlerden birinin, cenazeyi canlandırması gerekip de sınıftakiler en ideal aday olarak Vildan’ı uygun görünce (arkadaşları ne derse yaparmış Vildan!),kefenleme işleminin kâfurlama aşamasına gelindiğinde, herkesin korku dolu bakışları arasında bir vâveylâ ile temsili teneşirden fırladığı gibi 12. ve son kurs macerasını da böylece nihayete ermiş. O gün bu gündür, yüzündeki canlı cenaze ifadesi gitmedi derler.(Biz,diyenlerin yalancısıyız..)

 

İki oda, bir salon bir yaşantısı varmış işte Şemsettin’in. Oysa kimsecikler bilmezmiş, odaların içinde odalar, insanların içinde insanlar var. Gel gelelim Şemsettin’in de hayatında herkeslerden gizlediği bir kaç sırrı varmış işte.

 

devamı daha sonra…

 

 

 

ⓘⓓⓔⓑⓘⓨⓐⓣ

Deniz Zehra

Bir yanıt yazın