Elma Kuşları

 

elmakusu

Ana, mor salkımlı evimizin küçük sobasının üzerine yine elma kabukları koysam, bacamıza elma kuşları gelir belki. Belki de bir tüy düşer kuşların kanatları arasından bahçemizin tam ortasına…

Hoparlörlerden Kuran’ı Kerim okuyan müezzinin sesi yükseliyordu.Bugün de cenaze  vardı. Cenaze, kadına mı yoksa bir erkeğe mi aitti? Mezarlığın tam karşısındaki iki katlı, balkonunu mor salkım çiçeklerinin sardığı camgöbeği mavisine boyalı evin, sokağa açılan dış kapısının önüne çıksa mutlaka bunu anlardı.

“Mevtanın önünden sakın geçme” derdi anası her zaman ona. “Oturuyor bile olsan, ayağa kalk ve ona selam ver.” Üzerinde Arapça: “Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz” Ankebut Suresi’nden bir ayet yazılı, yeşil örtüye sarılmış tabutu taşımak için insanlar mezarın başına kadar birbiriyle yarışırdı. Ali Hikmet, cenazenin zengin mi yoksa fakir birine mi ait olduğunu bu kalabalıktan anlardı. Zengin kimselerin cenazeleri de kalabalık olurdu. Erkek cenazeleri sadeydi. Tabutun üzerine ve küçük bir çocuğun elindeki ibriğe yazma bağlanmışsa bunun bir kadın cenazesi olduğu bilinirdi. Kalabalık mezarlığa doğru akardı. Ali Hikmet, kalabalığın ardında bakardı hep. Mezarlıktaki servilerin uğultusu başını döndürdüğünde öğle uykusuna yatırırdı anası.

Safranbolu dağlarını safran çiçeklerinin bezediği sonbahar mevsiminde, kalabalık bu kez onların bahçesinde toplanmıştı. Bahçedeki dut ağacının altındaki iki kazanda su kaynatılıyordu. Cenaze yıkayıcı kadınların ellerinde kova ve susaklar vardı. İmam, beyaz patikalardan kefen biçerken babasının tabutunun başında ağlamıştı Ali Hikmet. Bu bakışın son bakış olduğunu ancak kapak kapatıldığında anlamıştı. Tabutun üzerine dut yaprakları dökülmüştü dualar edilirken. Gidenlerin ardından konu komşu feryat figan ağlıyordu. Birdenbire kalabalığın arasından kadınlardan birinin ona seslendiğini işitti.

“Ali Hikmet, al bu ibriği, babanın mezarının üstüne dök.”

Ali Hikmet’nin o an içi, sonbaharın hoyrat rüzgarlarında hırçın bir deniz gibi dalgalanmıştı. Duyguları arapsaçı gibiydi. Denileni yapmıştı. Bu bir görevdi, bir gelenek, bir görenek…

“Baş ucundan ayakucuna kadar dök.” dedi ağzında çürük dişleri kalmış, zayıf, gri şapkalı adam. Şaşkındı Ali Hikmet; insanların yüzlerinde şefkat ve anlam aradı.Mezarlıktan ayrılanların ardından baktı bu defa. Herkes evine dönüyordu, sıcak yuvasına, sofrasına, yatağına. Belki de eve dönenlerden biri yarın eller üzerinde mezarlığa gelecekti. Ya bir kadın ya bir erkek. Babasının mezarının yakınlarına. Yaşlılara yakıştırırdı çoğu zaman ölümü, çaresiz hastalara. Kümeslerine salgın hastalık gelince birbiri ardına kıran kırana ölen tavuklara. Ama geçen yıl ölen sıra arkadaşı Abdullah için hala şaşkındı. Aklına her geldiğinde içi yanıyordu, içini kor gibi yakıyordu Abdullah’ın ölümü.

Babasının gömüldüğü gece çok korkmuştu. Evlerinin penceresinden mezarlığa doğru uzun bir süre hiç bakamamıştı. Korkuyordu Ali Hikmet. Ne zaman pencereden baksa. “Korkma Ali Hikmet’im” diyordu anası. Soğuk kış gecelerinde evlerinin tam ortasındaki demir sobada meşe odunları yanarken, üzerine elma kabukları koyarken ve odanın tavanına yansıyan kızıl ışığı seyrederken düşünürdü ölümü. Ölümün rengi kızıl mıydı? Ölüm ateş renginde miydi? Yoksa bacalarına elma kokusuna gelen kuşların renginde mi?

Pencerelerinde tüm perdeler sabaha kadar kapalıydı. Perdeler de gece gibi arkasındaki servili mezarlığı ve ölüleri örterdi. Duvar halılarındaki geyikler hergün suya inerlerdi ve Kahvecigüzelleri her gün kahve içerlerdi.

Sonbahar armutları poyraz rüzgarlarıyla yerlere döküldüğünde ve Bakımcıların Fatma Nine öldüğü gün gitmek istemiyordu hiç Savaştepe’deki yatılı okula.Babası gibi, Bakımcıların Fatma Nine gibi ölmesin diye, anasını uykudayken seyrediyordu çoğu zaman; nefes alışını, sağdan sola dönüşünü. Hiç kıprtısız uyuduğunda ses alabilmek için anasının yatağının başında bekliyordu. Sabahın yedisinde onu mavi Grundig radyodan radyo tiyatrosu dinlerken tentene örerken gördüğünde rahatlıyordu ancak. Ve her sonbahar dağlara safran çiçeği toplamaya gittiğinde. Artık yatılı okula gidebilirdi.

Ayda bir yurttan eve yolladıklarında, anasına götürmek için Poyraz Hilmi’nin bakkalından cevizli lokum alıp, evlerine   uzaktan baktığında bacalarından çıkan dumanı gördükçe sevinirdi. Ağaçtan ağaca gerili çamaşır telinde anasının mor çiçekli yazmasını görünce ferahlardı. Elma kuşlarının uğradığı bu evde anası yaşıyordu.Yurttan getirdiği kokuşmuş çamaşırları yıkarken ve pencere önündeki divanda çamaşırlarını katlarken izlerdi anasını.Mor çiçekli yazmasının altından taşan kırlaşmış saçlarını, kara üzüm gözlerini seyrederdi. Onun yüzünde her geçen yıl, yol yol artan çizgilere üzülürdü.

Vedalaşmaları hiç sevmezdi Ali Hikmet.Ona ayrılığı anlatan pazar günlerini de. Savaştepe’ye gitmeden önce bahçelerinde babasının cenazesinin yıkandığı kocamış dut ağacının altındayken koşarak sarılırdı anasının boynuna.”Kırpılmış kara kuzum.” derdi anası ona. Sonra da hiç ardına bakmadan koşardı otobüs durağına kadar.Onun gözünde bir damla yaşa katlanamazdı yüreği.Giderken otobüsün penceresinden bakardı ancak, evlerinde anasını ve elma kuşlarını görebilmek umuduyla.

Yurt odaları soğuk,sessiz ve anasına çok uzaktı.Bu yüzden sevmezdi hiç ayrılığı.Ya o kiraz çiçekleri açtığında gelen telefon? Yemekhanedeyken yurt görevlisi çağırmıştı onu. Müdür yardımcısı Nurettin Bey’in odasının kapısına kadar peşinden takip etmişti onu.Yurtta sopayı ve azarı hakedecek bir davranışı da olmamıştı oysaki.Daha içeri davet edilmeden kapıda kalbi küt küt atıyordu.Kapıyı çaldıklarında, içeriden sert, kalın, buyurgan “Girin” sesini işitince korkudan titredi.Her ceza aldığında çekine çekine, sünepe sünepe girerdi bu odaya; soğuk bir heykel gibi dikilirdi Nurettin Bey’in çakır gözlerinin tam karşısına.Yerinden sıçrardı çoğu zaman.

Ayakları çözülüvermişti birden.İlk defa zemheri ayazından sonra lodos rüzgarları gibi yumuşaktı sesi.İlk defa gözlerinin ağından kurtulmayı başarmıştı.Yandaki döşemesi yırtık, nar kırmızısı koltuğu işaret parmağıyla gösterirken söylediği; “Otur lütfen.”sesini işittiğinde.Soğuk ve sıcak suyun karışımı gibiydi sözleri; kalay ve kurşunun karışımı gibi.

Uzun kırçıllı bıyıklarının arasından çıkan sözler. Sıcak suyun buzu delişi gibiydi. Kalbini tam ortasından yakmıştı. Oda ters yüzdü, müdür yardımcısı ters yüzdü o an. Başı dönüyordu, odadaki tüm eşyalar dönüyordu. Gözünün önü, aysız gecelerde servi ağaçları altındaki mezarlık gibi karanlıktı.Anası ölmüştü.

Anasının cenazesinde dayısı elinden tutuyordu sürekli, amcası başını okşuyordu.Saçlarını rüzgar savuruyor,aklı rüzgarlarda dağılıyordu.Yeni kazılmış toprağın tümseğinde duran yeşil tabutun üzerine anasının mor çiçekli yazması bağlanmıştı.Anasına kokan,evlerine kokan,safran çiçeğine ve elma kabuğu kokan o yazma.Çok istemesine rağmen dayısı bırakmamıştı.Bundan sonra dayısının yanında kalacaktı. Son bir kez uğramak istemişse de, üzülür diye götürmemişlerdi bacasına elma kuşları uğrayan evlerine.

Üniversiteyi bitirince doğuya atanmıştı.Otobüsle Kars’a her gidiş gelişinde dağlarda elinde sepetle safran çiçeği toplayan anasını arıyordu gözleri. Safran çiçekleri anasına bakıyordu, ona kokuyordu. Safranbolu’yu daha da güzelleştiriyordu sonbahar; safran çiçeğine kokan sokaklarını. Yürüyordu Ali Hikmet, bu sokaklardan ilk defa geçer gibi, acı bir şerbeti tek dikişte içer gibi. Bu şehirde artık anası da babası da yoktu.Ne zaman baksa şehrin saat kulesi yalnızlığına vuruyordu,anasızlığına…

Kısa paçalı bir çocuğun peşinden sürüklendi.Semerci Rasim Usta’nın dükkanının önünden geçti çocuk, yorgancı Ahmet Usta’nın hallaç pamukları savrulan dükkanının tam önünden.Kartaneleri gibi, hallaç pamukları ve zaman gözünün önünde savruldu. Anasının ısmarladığı yorganları almak için gelirlerdi bu dükkana.Ve eşeklerinin semerini yenilemek için  uğrarlardı bu sokağa. Babasının çalıştığı dükkana da uğradı.Babasının yerine başka tezgahtar alınmıştı. Beyaz patiskalar, gülkurusu satenler, çiçekli basmalar, al pazenler başka ellerde, başka makaslarla biçiliyordu.

O gün dağlardan yeni safran çiçekleri toplamıştı bir kadın.Boyu anasına, safran sepeti taşıyan kolu anasına denk.Her zaman uğradıkları pazara doğru gidiyordu kadın.Giderken tanıdıklarla karşılaşınca hal hatır soruyordu.Sesi anasının sesi kadar inceydi.Telaşlıydı kadın,belli ki tezgah açacaktı.

Peynircilerin gerisinde, yazmacıların berisinde, Ali Hikmet’nin tam karşısında duruyordu kadın.Pazara getirdiği safranlar da yazması gibi mor mordu.Marul, maydanoz ve biraz da sonbahar çileği vardı tezgahta. Bakır bakraçlara taze yoğurt mayalanmıştı. Gün doğarken safran toplamaktan ve gün boyu ayakta kalmaktan yorgundu. Beli iki büklümdü ve görmeyeli yaşlanmıştı. Avurtları çökmüş ve kara üzüm gözleri çukura kaçmıştı.Başındaki mor çiçekli yazmasının rengi solmuştu.

Şehrin göbeğindeki saat kulesi gibi tam karşısında durdu kadının.Ona bakınca bozuk saat gibi durdu.Yoksa tanımamış mıydı onu? Biraz gülse,konuşsa,oğlum deseydi ya!.Ali Hikmet’inin büyüdüğünü, Ali Hikmet’inin çilek sevdiğini yoksa bilmez miydi?

Gözlerinin ona bakmadığı belliydi kadının, sözlerinin onunla konuşmadığı. “Ölüler konuşmaz.” demişti Savaştepe Öğretmen Okulu yurdundayken alt ranzada yatan Necmettin. Ama analar çocuklarıyla nasıl olsa konuşurdu. Sözleri de, gözleri de yüreğinle buluşurdu. Bir kilo çilek isterken de tanımamıştı onu.Oysa gün boyu, nur yüzüne, gül yüzüne, mor yazmasına bakmaya hiç doyamamıştı. Elleri daha da nasırlaşmıştı görmeyeli, ağzında birkaç dişi kalmıştı. Para üstü çevirirken bakmıştı anası gözlerinin tam içine. Yeni buluşanlar gibi, rastgele karşılaşanlar gibi. Gözleri parlamamıştı anasının. Tanımamış mıydı onu? Dargın mıydı yoksa küs müydü?

“Anam.Güzel anam.Mis kokulu anam.”

“Lütfüye Ana’n kurban olsun sana oğul.” dedi kadın. Adı başkaydı.Safranbolulu Hatice Ana’dan çok ırakçaydı. “Çilekleri bu sabah bahçemden taze taze topladım.Al oğlum utanma bir tane de benden ye.”

Oğlum demişti ona.Mutlaka tanımıştı onu.Yoksa çok mu uzak, naçar kalmıştı oğluna. İşlerini bırakıp,“Oğlum” deyip ona bir sarılsaydı.

Eline uzatmıştı bir torba kokulu çilek. Nasırlı ellerinde diken çizikleri, bıçak kesikleri, kırağı çatlakları vardı. Başka müşterilerine bakarken, işi çoktu belli. Zaten dünya işi hiç biter miydi? Dut ağacının altında gün boyu çamaşır yıkar, yufka açar ya da yorganlardan çıkardığı yünleri sopalardı. İşin çok olsa da anam seni akşama kadar beklemeye razı olur elbet,kınalı kuzun.Bacanda elma kokusu bekleyen elma kuşun.

Pazar dağılana kadar, tezgahlar toplanana dek beklemişti kadını.Karanlık çökene kadar.Az sonra pazarı dolaşmıştı peşinden.Bir kaç öteberi almıştı kadın.Sabah safran çiçekleri getirdiği sepet başka eşyalarla dolmuştu.Elindeki fileyse başka meyvelerle.

Cinci Hanı’nın önünden geçerken bir ekmek almıştı yandaki fırından.Artık ekmek yapamıyordu belki de.Taş kaldırımlardan yokuş yukarı tırmanırken yağmur başlamıştı.Elindeki filenin ucu yere sürtüyordu,anladı ki anasının hiç mecali kalmamıştı.

Dar, çapraşık sokaklardan,cumbalı evlerin misafir bekleyen kapı tokmaklarının önünden yürüdü uzun sure.Anası yaşlanmıştı; yaşını başını almıştı.Dursa zaman duracaktı. Dinlense eve geç kalacaktı. Ali Hikmet’i bekliyordu evde, ona çorba pişirecekti daha.Dinlenmeden yürüdü hep, su birikmiş gölcüklerden atlayarak, filenin altında kalan limonlar kaldırım taşlarına sürterek.

Dik bir yokuşta yaklaştı ona, küçükken pazara giderken peşinden takip ettiği gibi.Dönüp baktı ardına, hiç kızmamıştı bu defa oğluna.Karanlıkta daha da büyüdü gözbebekleri, büyürken gökte ay.

“Sen misin oğul? Bugün pazarda benden çilek alan delikanlı.”

Gülümseyerek bakmıştı oğlunun yüzüne, gülümseyerek bakmıştı anasının yüzüne. Ters yüz olmuştu oğul, kum saati gibiydi, yine çevirsindi anası düzüne. İçi dışına, dışı içine dönmüştü o anda.Yanağında zeytin iriliğinde ve zeytin karalığında bir ben olduğunu anlayana kadar.Boynundaki bir ben mi farklı kılıyordu onu anasından?

Yine de bırakmadı peşini.Art arda yürüdüler bahçesinden sarmaşıklar taşan iki katlı ahşap eve kadar.Bu sokak başkaydı, Sokak numarası farklıydı.Her zaman okula giderken telaşla çıktığı sokak kapısı yüzüne kapanmıştı.Tahtaları aralık, çivileri gevşemiş, menteşesi kopmuş, sokak kapısı aralarında kalmıştı. Başını kaldırıp baktı Ali Hikmet, sarmaşıklar dolanmış, camlarında üç beş saksı camgüzeli, fesleğen kalmış, sağa ağnamış ve fıstık rengine boyanmış eve. Biliyordu Ali Hikmet, büyümüştü artık, dut ağacına asılı duran salıncak toplanmıştı.

Bahçe bahara kokuyordu, çürümüş yaprağa, neme kokuyordu. Biliyordu Ali Hikmet, boşuna kandırıyordu kendini.Her ne kadar gözlerini kaçırsa da, dut ağacının yerindeki koca bir çitlembikti.Bu evde yaşayan kadın Safranbolulu Hatice Ana değildi. Daha da emin olmak için sabah olana kadar, gün ışıyana kadar, kadın evden çıkana kadar bekledi. Bugün allı şalvar, balköpüğü bir yazma vardı başında. Hiç mi hissetmemişti, hiç mi farketmemişti beklediğini? İkilemde kaldı Ali Hikmet, iki bilinmeyenli denklemde; yüreğinde kurulan sırat köprüsünde, cennet ve cehennemde.Ana yüreğiydi bu, mutlaka hissederdi. Gitmeliydi artık burdan, bundan emindi.  Bu kadın anası değil, burası doğduğu ev değildi. Doğuya ve batıya giden trenler gibi uzaklaştı ordan. Koştu Ali Hikmet, nefes nefese,hıçkıra hıçkıra, çamurlu sokakta koştu. İçinde örtbas etmeye çalıştığı son çığlık. Köşeyi dönmeden önce durdu, son defa dönüp baktı geriye. Bahçelerinde  çamaşır teli boştu ve evlerinin bacasında elma kuşları yoktu.

 

idebiyat
Salim NİZAM

 

Bir yanıt yazın