Yok Bir Var Hayat

anatomyk

Yok, Çağnam Erkmen’ın Dedalus Kitap’tan çıkan ikinci öykü kitabı. Daha önce de Aniden ve Hepsi Birden adlı öyküsü yayımlandı. Arka kapaktaki ifadesiyle, karşınıza çıkan ve sizi sarsmayı iddia eden bir mottosu var kitabın. “Kadın erkek ilişkileri, aşk, hırs, tutku, kibir, ihanet, aşk! Aslında bunların hepsi var, çünkü kahramanlar yaşıyor.” Erkmen, Yok’ta dili ustaca kullanarak deneysel ve tematik öykülerle bizi bazen k’entelektüelin merkezine bazen iç yalnızlığımıza çağırıyor. Sarsıcı, sorgulayıcı, eklektik, lümpen, burjuvazi ve fazlasıyla ironik. Burjuvayı yüceltmiyor. Dahası kitabın tam ortasından söze başlayan cesur bir kalem. Yok, biçim, üslup bakımından önemli, ancak tema daha ilgi çekici, çünkü insan bir gizem taşıyor. Bu kadar mı, değil, tema, filozofça ve kadınca bir ayrıntılı bakışın ürünü.

 

Varoluş ve Nobranlık

 

İnsan denen organelin bir varoluş süreci var. Dini tandansta ilk insan kelimeleri emanet aldı. Kendini ve varlık dünyasını keşfe çıkmak gibi büyük bir işe kalkıştı. Henüz kendini tam olarak tanıyamamışken büyüdü, evreni çözmeye çalıştı. Kendi içindeki evrende kaybolduğunun bilincine varmadan önceydi tüm bunlar. Kadın onun kaburga kemiğinden yaratılıncaya kadar.

Yasak meyve hikâyesi insanı ikiye böldü, bir elmanın iki yarısına. Kadına ve erkeğe. Sevgiye, aşka, cinselliğe, çoğalmaya, sadakate, ihanete. Kavramlar, nedense direniş temelli bir kumaş giyiverdi o andan itibaren. Sen, ben. Biz olamadı hiçbir kimse. Hep saklı bir yanımız oldu. Erkek egemen, güçlü, otoriter. Kadın, naif, tutkulu, şefkat abidesi. Bir iyilik masalıydı pembe pancurlu ev hayalleri, çünkü her biri ayrı güzeldi de ateşle baruttular aynı zamanda. Yan yana gelince, bozuldu büyü.

 

Şüpheci Haller

 

Aslında kitabın, kuduz karakterleri var, ısırmak, size mikrop bulaştırmak için hazırlar. Şüpheci bir virüsün büyülü çağrısı. Nietzsche’nin Salome’si gibi. Salome, bana çılgın geliyor. Erkeklerin bir kere kaybetmekten koktukları, kölesi oldukları bir çılgınlık ve ulaşılmazlık var onda. Kaybetme korkusu hayatı çetrefilli bir çıkmaza dönüştürüyor. Erkmen, o kadar bohem değil. Onun karakterleri, daha çok aşığını arayan Madam Bovary. Uçarı, âşık, tutkulu, ancak erkek, Romeo ruhlu değil. Kaba, kuralcı, sahiplenen ve yok sayan bir bencil çoğu zaman.

Yok, erkeği silip atmasa da feminen bir kitap. Kadın hassasiyeti kuşanmış kelimeler, feminendir. Kadının güçlü, cesur, yalın, içten, öfkeli, zayıf…vs sayabileceğiniz her halini görmenizi isteyen bir parodi. Bazen kibirli, ıskalayan, küstah, alaycı ve aşksavar. “Erkek değil mi, vazgeçersin.” Acı çekmiyorlar, Bohem, lümpen ve kalıplaşmış kuralları altüst edebilmiş, çünkü “hüzün yok, ağlamak yok, toplumsal olma derdi yok.” Oh ne rahat, lüküs hayat bildirisi gibi. Beyler, centilmen mi? Vazgeçilmez mi? “Perdesiz pencere gibi gözlerle” bakıyorsa işte o zaman “aşk yok!” Yok mu gerçekten?

Kadın, acıları bir yere kadar taşır, “ünlem, yutkunmaktır,” bir süreçtir. Konuş, dik dur, alçak, zavallı, bağırdım mı? “İşin içinden çıkılmaz bir mükemmeliyet” bir ilişkiyi sonsuz bir boşluğun kıyısına getirir. Erkil bir çağda “kadınca küfre” ihtiyaç var. Anlayışla üstünü örtmek, yan yanayken başka düşler kurmak, hangi kadının yalnızlığını teselli eder. Üşüyorsan, ceketimi al, fedakârca görünebilir ilk başta, hatta masumca, fakat yanlış bir cümledir. Kadın doğru cümlenin kurulmasını bekler: “Üşüyoruz biliyorum, o yüzden sana dokundum.” Zor sanılan şeylerin çoğu zaman basit bir cevabı vardır. “Yoksam dünya yok, acı yok, silinsem ayna yok.” İnsan hangi aynada kendini görür? Kadını erkeğe, erkeği kadına gösteren sihirli bir ayna var mı, biliyor musunuz?

 

Estetik, Haz ve Arzular

 

Yasakları ve tabuları bol bir çağda matem tutmak gerekmez mi? Hele, kabuğunu kıramamış bir acayip haller ülkesinde “kadının adı yok”tu. Kadın yoktu ki yüreği olsun. Böyle erkil toplumlarda “yollar hep birbirine benzer” ve aynı kapıya çıkar. Kadın, “kaltaklığı” yüzünden ilk dayağını yer. Kaltaklığı sıradanlaşan ve aşk olmaktan çıkan bir monoton hikâyenin çoktan bitmiş yalnızlığından. Abartılacak bir şey yok, çünkü başkasını düşünüyor. Hikâyesi biten sıkıcı olur ve terk edilmeyi hak eder. Dozunda şiddetin hazzı körükleyen bir cazibesi var. “Hayvansın sen, benimle bir hafta öpüşme!” Erkek, zayıf görünür, affet beni! Affedilir, çünkü kadın naiftir, güzel söze dayanamaz. Erkekler, nobranlığa eğilimli olsalar da kadın, bu “hayvan”dan arada bir parlayan zekâ ışıltılarına aldanır. “Kırmızı oje sürme, ben senin sade haline bayılıyorum, başkalarının içini gıcıklatmanı istemiyorum.” Masumca bir sahiplenme, artık ipler erkeğin elindedir. Geçici bir zaferle sarhoş olup şımarmayı hak ediyor. Habersiz gelişleri, gidişleri, itişi, çekişi, sürprizleri ve sevişmesi erkeğin babayı çağrıştıran halleri ve çok da fifi tavırları onu bir zaman farkı kılar. Aşağılayıcı da olsa çekici, çünkü “en zoru ve baştan çıkarılması” gerek.

 

Kadın, Erkek ve…

 

İnsan bu kadar basit bir varlık mı? Aşk var mı? Hangi oyunu sahneliyoruz? Aşk büyülü bir sözcük olmaktan çıkar mı, bir oyun olduğu fark edilince? Bir oyun, bir kumar. Aşk, kadın ve kumar. Nedense acayip bir üçlüdür. Flaş Royal. Bohemya’da maskeler vardır, gülen suratlar, günü kurtaran imajlar, aldatmacalar. Maça papazı, sinek beşlisi, karo yedili… uğraşmaya değmez, pas! “Şanslı adam, daha ilk elde kare ası gibi bir kadına rastlayabilendir.” Küçük kâğıtlar, oyunu kazandırmaz. “Tek ve keskin bir renktir aşk!” Kadın ve erkek için önce uyum şart. Bir ahenk. “Ahenk, bir kadınla ilk karşılaşmadaki uyum gibidir. İyi bir sevişmenin geleceğinin işaretidir.” Gerçek bir aşk için “tek kadın” gerekir. Sütten çıkmış ak kaşık değil hiç kimse. Bir zampara, poker oyuncusuna benzer. Pas geçilecek kadar değersiz kadınlar arasından kare asını bulmak. Bir çılgınlık gerek oyunda. “Saçlarını savuracak, yüzünü yalayacak ateşten nefes.” Gerçek aşk, uçup gider. “Bir zampara, kadınına sadece oyun süresince değer verir.”

Acı gerçek, insan egodur. Tüm dişilliğine rağmen kadın da! Kadın tuhaflığı, “erkekler dekameronu” senfonisine dönüştürür aşkı. Hep erkek hatalı olacak değil ya! Mesafeli, kuralcı erkeği eşyalaştıran bir macera Laetitia. Katolik ve isyankâr. Erkekler üzerine akademik bir çalışması var. Kişisel sorunlarıyla yüzleşmek için çok toy kobay erkeğin acemi öfkesi, alaycı. Erkek bencil, erkek “hayvan” ve olabildiğince “Başkası” Acımasız bir vampir, sızılarla besleniyor, kanını emiyor, uzak duruyor. Kadın naif. “Gözyaşları mavi unutmabeni çiçeklerinin binlerce minik pıtırcığı gibi yanaklarında, şakaklarında, dudaklarında.” Düşmanlık, çirkinlik, korkular ve kadın. “O cici kızın gülüşünü eksiltmeyeceğim.” Aşk bir hastalıktı, bağışıklık kazanılması gereken bir nekahet dönemi. Aşağılık biri olduğunu anladığında iyileşmeyen yaralar gördü erkek kadının sarmak istediği.

 

Aristokrat Yok’lar

 

Felsefe, burjuvazinin hakkı mıdır? Aristokratlar deyince aklıma Aristo geliyor. En iyisi elit demek diyorum, çünkü her zengin bohem değildir. Uzaktan kulağa hoş gelse de zenginlik her derde çare midir? Dinlerin fakirliğe övgüler düzdüğü söylenir. Ferrarisini satan bilgeler, Aborjinlere, Buda öğretilerine koşarlar. Neden dinler zenginliğe düşmandır? Böyle bir algı ilk ne zaman türedi ve genel geçer oldu? Dünyanın %10’luk kısmı rahat etsin, kalanı sürünsün mü dediler birileri? Kavramlar yarım. “Uzaklaşmak zordur.” İnsan bildiği şeyleri çabucak terk edemiyor. “Kimse kozasından ayrılmak istemez, ama bir uçsan iyi ki gitmişim, dersin.” O halde azıcık kaçalım kendimizden. “Hareket düşünceyi değiştirir.” Burjuva “Paris’te” neler yapar, birlikte öğrenelim. Oteller, caddeler, sokaklar, lokantalar, şaraplar. Punkların takıldığı İrlanda barı. Kuzu mevsiminde Sebillon, iyidir. Bir Romen lokantasında peynirle pembe şarap içerken sokak serserisi Antoine, bize Baudelaire’den pasajlar okusun. Antoine, Paris gibi kokuyor, “sidik, kahve ve parfüm.”

Hayatın içindeki hazzı kim arıyor? Deliler, şiir ve aşk. Elini tutabileceğiniz bir kadın. “Öpüşmek, el sıkışmak gibi sıradan bir temas” olmaktan öteye gitmiyorsa Paris, yalnızlıktır. İlişkileri o zaman “güvensizlik” ayakta tutar. Paris, başka şeyleri, ama hep aynı şeyleri tekrarlıyor. “O mesafede kaldığımda beni özgür bırakabilen bir adam.” Yalnızlık “derin bir kuyu” ise kadın kırıcı olmaktan çekinmez. “Ne kadar uzağa gidebileceğimi merak ediyorum sadece.” Denemeye değer. Uzaklar korkutuyorsa daha yakın uzaklar var. “Çirkin Sevmek” en iyisi. Bodrum’a gidelim, kokteyller, şakşukalar, koylar, gemi turları, deniz. Olmadı ayda bir kitap alırız, adımıza “profesör” derler. Çevremize beğenmeyen gözlerle bakarız, çok sevilen süjelerden nefret ederiz, her varlık kusurludur, eleştiririz, “zaten mükemmel yoktur.”

 

Yok, Var Aslında

 

Hayır, buraya kadar her şey bir aldatmaca, bir yüzey. Öykülerin diline alışıp derinlere, alt katmanlara indiğinizde görüyorsunuz ki hepsi bir boşluk. Kocaman bir boşluk. İnsan nedir? Estetik nedir? Haz nedir? Biz kimiz? Kavram nedir? Aşk nedir? Sevgi nedir? Yaşadığımızı sandığımız rüyada dokunduğumuzu sandığımız gerçek nerede? Kim, bedenin ötesine geçip ruhumuza dokunabiliyor? “Anlam arayamayacağımız kadar anlamlıydı her şey.” Hepsinin ötesinde sevgi bekleyen bir yalnızlığımız yok muydu? “Bedenim ben demekti. Coşkularım, tutkularım, üzüntülerim, yenilgilerim.” Tabulara rasa. Doldurduğumuzu sandığımız sayfalar neden boş peki? Anılar, arkadaşlar, uğruna hayatımızdan geçtiğimiz çocuklarımız, eşlerimiz? Kim değerli buldu bu büyük fedakârlığımızı? Hangi maskelerin arkasına saklanıp bizimle oyun oynadılar? Kadın, erkek, sevgili, aşk, umut. “Yaraları tırmıklamaktan kim hoşlanıyor?” Nerede “gerçek atlayış, özgürlüğe uçuş?” Bizi bu düşten hangi prens kurtarabilir? Biber taneleri yıllar sonra sevginin gerçekliğinin sınavı olacak, bir yüreği uçuruma sürükleyecek kadar önemli bir anı olabilir mi? Bir söz, bir dokunuş… Hayat hangi küçük ayrıntıyla bir anda değişir ki? Hayat ne? İyi ne? Kötü ne? Estetik ne? Kibir ne ara uğrar insana, ölçüsüz ve küstah? “Herkes kendi bölgesinde iyi!” Hassas ayaklar ne zaman birbirini öper, kaçar, kovalar, bekler ve kendi şarkısını söyler? “Ben ne istiyorum? Yaşamımın kanatlanmış köşesine saklanmış yüce amacı neden bulamıyorum? Nesneleri, simgeleri ve insanoğlunun içindeki özü barındıran derin anlamı neden bulamıyorum?” Yok, çünkü insanlığımızdan, kendimizden, ruhumuza dokunabilmekten korkuyoruz.

Sıradan yaşıyoruz hep filozofça değil. Modernleşme sancılarının sürdüğü bir çağda daha kabuğumuzu tümüyle kırabilmiş değiliz. Taşralı zihniyet, ayıplamayı ve yasaklar koymayı maharet sayıyor. Erkmen ise alt üst ettiği bilincimizi kitabın tam ortasına çağırıyor. Yok nedir? Var nedir? Aşk, hırs, tutku, kibir, sevgi, ihanet. Hayatı tarif etmek için yeterli mi? Bu sözcükleri beton kalıplara hangi usta döktü? Doğrular sandığımız yalanlar kimin eseri? Hesabı verilecek bir hayatın sorumluluğunu almaktan korkan bir ikiyüzlülük nasıl dürüstçe olabilir? Taşra ölmeli, başka güzellikler de yaşamalı insan. Sarsıcı yaşamları kendisininkiyle karşılaştırabilmeli. Kentli öykülerin karakterleri artık yabancı bir dünyadan değil. Batı özentili yıllar çoktan geride kaldı. Burjuva, gözümüzün önünde. Kitabın adı da belki bu yüzden Yok. Reddediyorum, o halde var bir yok’um.

Yok saymaya çalışıp durduğumuz, dahası eşelemeye korktuğumuz yanlarımız.

“Kabul edin, yaşıyorsunuz. Hayatınızda kim, ya da ne varsa bu böyle.” Yok saymak yerine yüzleşme cesaretiniz olmalı. Iskalayın, anlamlayın, yasak meyveyi merak edin, uzak kalın ya da koparma cesaretiniz olsun. Varsa yok, yoksa var sonuçta.

Acı falan çekmeyin, kim demiş, çekin!

Bir Yok’un sizi ısırmasından çekinmeyin, ne alaka, korkun!

Kuduz bir ısırık, sadece abartmayın, abartın!

Yok sayarsınız, olur biter. Gerçekten biter mi?

Küstah, alaycı, burjuva, şımarık yanınızı uyandırın. Mümkün mü bu? Bir anda değişebilir misiniz hiçbir sebep yokken?

Bonjour sinyor!

“Benim dünyama hoş geldin!”

Bonjour sinyora!

“Yabancıyım, taşralıyım, çirkinim. Geçiyordum, şöyle bir uğrayayım dedim.”

 

idebiyat

M.Muharrem AKÇA

Bir yanıt yazın