Rüzgâr, köyün tirşe mavisi bulutlarını başka yerler görsünler diye alıp götürdü. Oysa onlar gökte edalı bir gelin gibi ne güzeldiler. Camgöbeği mavisi gökyüzü, her ne kadar sonsuzluk hissi uyandırsa da tek düze olmaktan bulutların siyah, gri, beyaz renkleriyle kurtuluyordu. Rüzgâr gücüne güvenmekle iyi etmiyordu ya olsun.
Derken gri bir sis bulutu sardı her yanı. Çoban sis bulutunu dev kolları olan bir ahtapota benzetti. Her bir kolu bir yana uzanmış köyü kimsenin farkına varamadığı bir hapishaneye çevirmişti.
Göz gözü göremiyordu. Gören bir göze sahip olmak yürümek için yeterli değildi. Sisin içinden gelen hayaletler, sağa sola uzanan belirsiz eller, güçlü yumruklar ürkütücüydü. Sürü, hiçbir şey yokmuş gibi yayılıyordu otlakta. Üzerine çiğ düşmüş taze çayırları yemenin sarhoşluğuyla coşmuş gibiydiler. Kurt puslu havayı severdi oysa sürüde halinden şikâyetçi olan, kurdun tedirginliğini yaşayan bir koyun bile yoktu. Çobana ve iri yarı köpeklere güveniyorlardı. Belki de bilmiyorlar, görmüyorlar, anlamıyorlar, hallerinden memnun otluyorlardı.
Köpekler küçük tepeciklerde uzanmış, yarı uyukluyor, yarı etrafı seyrediyor, bir tehlike olursa koşmak için kulaklarını dik tutuyorlardı. Ara sıra dillerini sarkıtarak salyalarını akıtıyor, derin derin nefesler alıp siyah gözlerini yumuyor, patileriyle kulaklarını, boyunlarını kaşıyorlardı.
2013, Gönen
idebiyat
Muharrem Akça