Otogarlara hâlâ gidemiyordum. Herkes sanki beni bırakıp gidecekmiş gibi hissettiğimdendi belki. Belki de yıllar önce onu 9 numaralı peronda uğurladığım günler geliyordu aklıma, kim bilir. O gün el sallamıştım arkasından. Sonra ağzımda bir sigara ve içli bir şarkıyla her şeyin geçeceğini söyleyen Ay ve yarım kalmış hislere sahip yıldızlar da eşlik etmişti o geceki vedaya. Gücüme gidiyordu yalnızlığım böyle…
Vedanın ertesinde yani onun başka bir şehre vardığı gün, ayrı yollara savrulmuştuk ikimiz de. Gitmeden önce o sahildeki çay bahçesinde uzun uzun konuşmuştuk. Öyküsüne dahil olmak istediğimi söylemiştim.Hatta izin verseydin eğer yüreğindeki tüm iğneleri, kalbine batmış tüm o cam parçalarını elimi kanatma pahasına da olsa tek tek temizleyeceğimi de söylemiştim. Ama hep bir sayfa geç kalmıştık birbirimize. Mesele mesafeler falan da değildi.Asıl mesele, yani bizi birbirimizden uzaklaştırıp koparan şey onun düşmekten, yaralanmaktan korkmasıydı. İnanmıyordu hiçbir şeye, inancı da yoktu kimseye. Onu bir şeylere inandırabilmek için oralete inandığımı ilk ona söylemiştim. Hatta neden inandığımı da açıklamıştım: Bir gün sabahçı kahvesinde oturuyordum ve çok üzgündüm. Birden nasıl olduğunu anlayamadığım bir oralet belirdi masama, sonra sebebini sormadan yudum yudum içtim onu. Kafamı çevirdim, sağımda solumda kimse yoktu sadece oralet vardı yanı başımda.İşte o gün dedim ki kendi kendime, manevi desteğiyle her daim yanımda olan bir şeye elbette inanabilirim. Hikayeyi anlattıktan sonra o çok gülmüştü, ben de çok gülmüştüm. Hatta hâlâ gülüyor ve inanıyorum.
Peruk gibi hüzünlüydü, hüznünü başka kalıplarda yaşamak istiyordu.Yıllardır çalışıp didinip bir ev alıp sonra ilk depremde evi yıkılan bir adamın nasırlaşmış ellerinde, evladını kaybetmiş bir annenin yüzünde, ya da kimsesiz kalmış bir çocuğun kalbinde. Ama ben hüznü de, sevinci de hatta ılımış biranın tadını da onla yaşamak istedim. Eğer üşüyorsa, şehri de yakabilirdim. Sonuçta ikimiz de kansızdık. Belki tüm kansızlar ısınırdık koca şehirde, sevgim de bari bir işe yaramış olurdu. Hem fena mı olurdu, tüm kansızlar birleşip bir gövde gösterisi yapardık kocaman binalarla kaplı meydanın önünde…
Gün yine aydığında epeydir kaçtığım o izbe evde bulmuştum kendimi. Zaman yine olanca sessizliğiyle durduğunda, giderken arkamda açık bıraktığım koridordaki tüm ışıklar sövmeye başladı. Tek tek söndürdüm. Masamın üzerindeki daktilo, yarım kalmış tüm öyküler, fincandaki içilmemiş kahve yüzüme tükürdü. Buzdolabı yine o tamtakır kuru bakırlık görüntüsüyle seslendi; yine mi sen? Hani gitmiştin, hani bir daha dönmeyecektin. O yokuşu onunla beraber çıkacağım, belki yeni bir buzdolabı da alırım o gittiğim yerlerde, seni de unuturum demiştin. Ne oldu da şimdi geri döndün? Sustum, haklıydı…
Çok yorulmuştum, yollar beni fena yormuştu bu sefer mecalim kalmamıştı hiçbir şey yapmaya. Oturma odasına geçtim, kir pas içindeki tekli koltuğuma oturdum. 37 Ekran tüplü televizyonum yüzüme acı acı bakıyordu. Daha fazla dayanamazdım sordum: Bak hepsi konuştu, tek tek yüzüme vurdular her şeyi. Ya sen, sen bir şey demeyecek misin? Ekranda seni yansıtıyorum zaten, daha sana ne söyleyebilirim ki?
En ağırı da bu olmuştu. Galiba tüm yaralanmış öykülerimin çıkış noktası da buydu. Kendi kendimle yüzleşmem ve yine yanıldığımla kalmam…
ⓘⓓⓔⓑⓘⓨⓐⓣ
Fuat Can Gevri