Kendini Bilmek

 

DÜNYA GÖRÜŞÜ

 

Dünya görüşü meselesini, dünyada var olan felsefi, toplumbilimsel ve insanbilimsel bir konu olarak ortaya koymak gerekir. İnsan dünyayı hiçbir zaman, coğrafyanın dünyadan söz ettiği ölçüde ve şekilde görmez. Bireyin dünya görüşü, kendi toplumunun belirlenmiş maddi ve manevi boyutlarına tabidir. Bir şehrin (çite) sınırlarının değişip gelişmesiyle, orada yaşayan bireylerin gözünde, dış dünya da gelişmekte ve değişmektedir. Her bireyin dünya hakkında sahip olduğu zihinsel şekil bile, kendisinin sınıfsal çerçevesiyle kökteş, benzer ve aynı ölçüdedir. Başka bir deyişle, “Bireyin gözündeki dış dünya, kendi toplumunun ve sınıfının, gerçeklik aynasına ve somutluk perdesine yansımış bir görüntüsüdür. Toplumbilimde de şu vardır: Soyutluk ve öznellik, somutluk ve nesnelliği kendi şeklinde yontan ve boyayan bir ressam veya heykeltraştır.”

Bergson’un diliyle söylemek istersek; “kapalı bir toplumda” yaşayan bir insanın gözünde dış dünya, sınırlı, küçük ve durgundur. Bunun aksine “açık bir toplumda” yaşayan bir insan, dış dünyayı sınırsız, geniş ve daimi bir değişim içinde görür. Birinci insan için yeryüzü, vatanından biraz daha büyük bir yerdir, (vatan da kendisinin kabile, kavim veya birlikte yaşadığı komşularından oluşan sınırlı bir hayat alanıdır); gökyüzü, bir kümbet gibi her yandan dünyanın üzerine eğilmiş ve dünyanın çok belirli ve yakın ufuklarıyla temas etmiş donuk ve sabit bir tavandır. Kaf Dağı varlık aleminin sınırıdır; Cabulsa ve Cabulka (Cabulsa ve Cabulka eskiden, biri doğuda biri batıda olmak üzere, olduğu varsayılan iki hayali şehirdir) varlığın kendini oralara dek götürdüğü en son noktalardır. Örneğin o kimse dünyaya Arabistan yarımadasından baksa, “O uygarlığın ötesinde başka bir uygarlık olmadığını görür”. Bundan dolayı kapalı bir toplumda, “âlem” kişisel, sade, çok küçük ve durgun bir gölgeliktir ve vatan sınırlarından biraz daha ırak olan, onun çok yakın sınırlarının ötesinde, yokluktan veya karanlıkların aşılamaz, mutlak gizliliğinden başka hiçbir şey yoktur. Toplum, şekillerden, bağlardan, adetlerden, kişisel, ebedi ve ezeli haklardan oluşan bir topluluktur. Din de, aşkın, sorgusuz sualsiz, cebri, kesin; aklın, anlamanın ve sonucun alanından uzak bir takım inançlar ve ameller bütünüdür. Özellikle, buna bağlı olan bütün bireylerin zihinlerinin ve ruhlarının kalıbında; tek bir yüzeyde, tek bir biçimdedir; başka bir deyişle bir tür içgüdünün ve ruhsal körlüğün görüntüsüdür. Durkheim’in bir görüş noktasına göre doğru olan deyişiyle “din, toplumun genel ruhunun dışa yansıması ve kutsanmasıdır.”

Meselenin öneminin büyüklüğü, herkesin dünyaya baktığı biçimde amel etmesinden kaynaklanmaktadır. Varlığın zihnimizde şekillenen biçimi, amelimizde, inancımızda, sosyal davranışımızda, toplumsal ve bireysel yaşamımızda doğrudan etkide bulunmaktadır. Yani herkes sahip olduğu dünya görüşüne göre yaşamaktadır. O halde dünya görüşlerinin incelenmesi, gerçekte insanların incelenmesidir. Her mektebin, topluluğun ve milletin dünya görüşü üzerinde yapılan araştırmalar; o topluluğun ve milletin yapısı, tabiatı ve sıfatları üzerinde yapılan araştırmalardır.

Toplumbilimde ve insanbilimde ortaya konmuş olan ve bu yeni biçime göre var olan dünya görüşleri bir kaç türlüdür. (Asıl söylemek istediğimden geri kalmamak için bu meseleyi fazla derinleştirmek istemiyorum, burada işaret etmek yeterli olacaktır). Biz, örnek olarak, bu görüşle Fars Edebiyatı’nın içine girdiğimizde, hatta halkımızın dilinde var olan atasözlerini incelediğimizde, bu şiirlerde, edebi eserlerde veya bu atasözlerinde (devrin veya insanın) dünya görüşünü görmekteyiz.

Hafız-ı Şirazi (15. y.y. şairlerinden); \dünya ve içindeki her şey, hiçlik içinde hiçtir, öyleyse zamanı ganimet say’f’, diyor. Bu şiirde iki öğe var. Birinci öğe Hafız’ın dünyayı nasıl gördüğü esası üzerindeki dünya görüşü. “Dünya ona göre, şekilsiz, bağlantısız, hedefsiz ve amaçsız bir işaretler bütünüdür, hiçlik içinde hiçtir.” İkinci öğe; “Öyleyse zamanı ganimet say” öğesidir. Bu Hafız’ın ortaya koyduğu; kendi bireysel ve toplumsal yaşamının tarzı ve yoludur, bu düşünceler Hafız’ın dünya görüşüne göredir. Bu Hafız’ın dünya görüşüdür, şimdi de Mevlâna’nın dünya görüşüne bakalım.

“Eğer tek bir zerreyi yerinden oynatırsan, bütün alem baştan sona yıkılır.” Yani dünya inceden inceye yapılmış hesaplar üzerine kurulmuş; belirli bir amaç ve görüş için yaratılmıştır. Böyle bir dünya görüşüne sahip olan ben, her adımımda, her işimde, inceden inceye araştırmalı ve bu adımı gerektiği şekilde atmış mıyım, atmamış mıyım bakmalıyım. Çünkü ben de, bu koca dünyanın, her zerresi ince bir hesap üzerine kurulmuş olan, bu ince hesaba göre bulunması gereken yerde bulunan dünyanın bir uzvu, bir öğesiyim. Dünya büyük bir makinedir ve bir hedefin gerçekleşmesi için işe el atan bütün insanlar bu dünya makinesine alet olmaktadırlar. Öyleyse, ben dünyayı bu şekilde görünce artık hayata, ganimet sayılan zamanı, her ne olursa güzel olur gibi düşünceleri, tesadüfü ve saçmalığı sokamam. Gönlümün istediği gibi yaşayarak, hayatı zevk ve eğlenceyle doldurarak, neyi seçtimse doğrudur ve nasıl yaptımsa iyidir diyerek yaşayamam. Bunlar, bu akli ve mantıki dünya görüşüne sığmaz.

O halde biz, insan olarak, dünyayı nasıl görüyorsak öyleyiz. Sartre’in deyimiyle ‘ İnsan, kendisini oluşturduğundan başka bir şey değildir. Ömer Hayyam’ın, Hafız’ın, Mevlana’nın, Molla Sadra’nın, Ebu Müslim-i Horasani’nin, Jean Paul Sartre’in, Albert Camus’nun ve benzerlerinin farkı, dünya görüşlerine göredir; yani varlığı nasıl telakki ettiklerine bağlıdır.

 

MADDECİ DÜNYA GÖRÜŞÜ

Dünya görüşlerinin çeşitli türleri vardır. Birisi maddeci dünya görüşüdür. Materyalizm, yani maddenin aslol-duğu esasına dayanan dünya görüşü. Yani var olan her şeyin, tamamının maddi olan öğeler, bağlar, etkenler ve edilginlerden ibaret olduğuna, dünyada yalnızca madde öğesinin varlığına inanmaktayız bu durumda. Buna göre dünya bilinçsizdir, dünya iradesizdir, dünyanın özel bir hedefi yoktur. Çünkü materyalist ilkelere göre dünya, bilgili ve bilinçli bir iradenin yarattığı bir şey değildir, öyleyse, dünyanın yaratılmasında bir hedef gözetilmemiştir. Dünya -yine Sartre’in sözüne göre- bir ahmakevidir ve duygusuz, algısız bir ahmağın evidir. Dünya, maddi, fiziksel ve kimyasal bağlar esasına göre, bir hiç yaratmakla uğraşan öğelerden oluşan bir kalabalıktır. İnsan bu saçma, hedefsiz, başı sonu olmayan hiçlik aleminde, kendi kendine bilgiye ulaşmış biricik öğedir. Bu insanın perişanlığının başlamasıdır. Çünkü insan, kendisiyle uyuşamadığı, yakınlığı olmayan bir dünyada yaşamaktadır. Dünya hiçe doğru gitmektedir; dünyanın kendi işinde bir hedefi, bir yönü yoktur. Dünya hiçbir şeyi hissetmez, yani insan dünyaya yabancıdır.

Bu yüzden maddeci dünya görüşü, insanın dünyaya yabancılaşması ve âlemle zıtlığa düşmesi ile sonuçlanmaktadır. Bu bağ, insanın mantığında maddeci dünya görüşünden kendi kendine çıkan bir bağdır. Eğer Albert Camus’nun “Veba” kitabını okursanız, onun kitabında

 

bir kaç tip çizildiğini görürsünüz. Tiplerden birisi dini dünya görüşünü temsil eden bir keşiştir. Bir diğeri bilimci ve toplumcu bir filozoftur. Üçüncüsü de bu iki dünya görüşünden hiçbirine inanmayan bir düşünürdür.

Oran şehrinde insanlığın sıkıntısı ve belâsı olan veba ortaya çıkmıştır. Keşiş bu olay karşısında bir tepki göstermekte, sosyal sorumluluğu ve ahdi olan diğer aydın başka bir tepki göstermekte, bir mahkeme hakiminin oğlu olan üçüncüsü ise ne yapacağını bilememektedir.

Keşiş, benim dini dünya görüşüm var demektedir. Dini dünya görüşü ne demektir? Dini inanç, yani ben, bu alemin kendinden haberli, irade, duygu, bilinç ve amaç sahibi bir sistemden oluştuğuna, kendimin de bu alemin yaratıklarından ve olgularından biri olduğuma inanmaktayım. Varlığa hakim olan o büyük sorumlu, bilinç ve bilgi; bütün zerrelerin işlerini gözetlediği gibi, benim varlığımı ve hareketlerimi de gözetlemektedir. Öyleyse dünyaya hakim olan bu bilince karşı sorumluyum ve bu yüzden bu vebaya karşı da sorumluluklarım var ve yarın sabahtan itibaren oraya gitmeli, bütün varlığımı, bütün düşüncemi bu halka adamak ve Oran şehrini vebadan kurtarmalıyım. Görüyoruz ki sahip olduğu dünya görüşünden böyle bir sonuç çıkarmakta ve bu dünya görüşüne göre, dini dünya görüşünün kendisine yüklediği sorumluluk gereği o halka bir hizmette bulunmak için bu dünya görüşünün ardından gitmektedir.

İkinci kişi maddecidir; dünyayı böyle telakki etmektedir. Bu adam şöyle demektedir: Dünya ahmaktır, gökyüzü algısızdır, bilinçsizdir; o yukarılarda hiç kimsecikler yoktur. Hiç kimse varlık alemini anlayamaz, bilinci yoktur. Bu yüzden ben eğer kendimi öldürsem, kendimi başkalarına feda etsem veya başkalarını kendim için feda etsem, kimselerin bir şeyden haberi olmaz, çünkü hiç kimse yoktur. Yani alem, donuk, maddi ve duygusuz bir hiçlik ülkesidir. Ama ben insanım; diğer insanlarla yan yana yaşamak zorundayım. Bilinç sahibi olan biz insanlar bilgi sahibi olduğumuz için, birbirimize karşı sorumluluk sahibiyiz. Bu yüzden dünyaya karşı, aleme karşı bir sorumluluğumuz yok, sorumluluğumuz insana karşıdır. Biz insanlar, hepimiz tek bir alınyazısına mahkumuz. Bu yazgı bizi anlamayan bir alemde yaşamaktır. İnsan bu bozkırlarda yabancı, algısız ve kimsesiz bir halde bırakılmıştır. Heideger’in deyimiyle: “İnsan varlık meydanına fırlatılmış bir taş parçasıdır” Hiç kimsenin, hiçbir ümidi, hiç bir sığınağı, hiçbir barınağı yoktur. Ama aynı insanlar, ortak bir yazgıya bağlandıkları için, birbirleriyle işbirliği yapmak, birbirlerinin dertleriyle ilgilenmek zorundadırlar. Ben iyi bir hayata sahip olabildiğim zaman, toplum da sahip olacağı için, Oran veba belâsından kurtulacaktır. Bu yüzden ben kendime hizmet etmek için ister istemez topluma da hizmet etmeye mecburum. Öyleyse şimdi ben topluma hizmet etmeye gideceğim ve Oran’da vebayla savaşacağım.

Üçüncü kişinin kendi dünya görüşüne göre, son derece ürkütücü, son derece mantıklı ve doğru bir kıyaslaması vardır. Bu üçüncü kişi Albert Camus’nun kendi tipidir. Bu kişi demektedir ki, Dostoyevski’nin sözüne göre “Eğer dünyadan Tanrıyı kaldırırsak her şey caizdir.” Niçin? Çünkü iyiyi kötüden ayıracak hiç bir irade, algı ve duygu yoktur. Tıpkı, bir evin içinde yalnız bir kimse olduğunda, onu görebilecek hiç kimsenin olmaması gibi. Eğer yukarılardan bir göz, sizin hareketinizden haberdar olur ve sizi gözlerse, bu evde yapacağınız davranışın şekli farklı olacaktır. Ama bu insandan başka evde hiç kimse olmazsa, bu kişi istediği gibi oturacak, istediği gibi kalkacak; üzerinde nasıl bir elbise ve süs olursa olsun, ne yaparsa yapsın bu ev için bir şey fark etmeyecektir; çünkü evin duygusu yoktur. Öyleyse insan duygu sahibi olmayan, bilinçsiz bir dünyada, ne yaparsa yapsın, dünya için bir şey fark etmeyecektir.

Benim bu ikinci arkadaşım diyor ki, “biz insanlar ortak bir derde sahip olduğumuz için, Oran’da yaşamak zorundayız. Öyleyse hepimiz Oran toplumuna yani insanlığa karşı sorumluyuz. Buraya girmiş olan ve Oran halkını hastalandırmış olan veba kendisiyle savaşmamız için bize sorumluluk yüklüyor.” Ama üçüncü kişi, ikinci kişinin kıyasını kabul etmeyerek şöyle diyor. “Burada bir yanıltmaca var, bir aldatmaca var. Çünkü benim davranışımın, iyi veya kötü, dünyaya, alınyazıma ve işimin sonuna hiçbir etkisi yok. Eğer ben başkaları için kendimi feda etsem veya başkalarını kendim için feda etsem, dünya bunu anlamaz, çünkü algılama gücü yoktur. Sahip olduğum tek akılcı sermayeyi, bana verilmiş olan kırk- elli yıllık fırsatı, kendi kendini anlamayan tesadüfler üzerine, başkaları bu fırsattan daha iyi yararlanabilsinler diye feda etmem aptalca bir iş değil midir? Pekâla, sen kendin, nesin? Hiç, ya sonra? Elbette daha sonraları kendin öldüğünde, kabrinin üzerine bir demet çiçek koyarlar, fotoğrafını, örneğin bir takın üzerine asarlar, kitaplığa adını koyarlar, senin için şiir söylerler. Bu güllerin, çiçeklerin ve şiirlerin senin üzerinde nasıl bir etkisi vardır? Artık sen yoksun, çürümüşsün, gitmişsin. Bu yüzden varlığın bilinci ve algısı olmayınca, Dostoyevski’nin sözüne göre- ki onun bu sözünü Sartre de kabul etmektedir- bu egzistansiyalizm ve hümanizmde bilinç olmadığı zaman, dünyada her iş caizdir, yapılabilir. O halde her işi, her şeyi yapabilirim; bu durum benim varlığım ve yazgım için de fark etmeyecektir. Çünkü varlık bir şey algılamamaktadır; bu yüzden ödül veremez  veya  benim  davranışımın  üzerinde  bir  etkide bulunamaz. Öyleyse Tanrıyı ortadan kaldırırsak, “ben” onun yerini alacaktır. Bu mutlak ve kesindir. Eğer alemde bilinç yoksa, hareketleri değerlendirmek için bir ölçü bulunmuyorsa, “ben” Tanrının yerine oturur. Yani bana bu birkaç yıllık ömürde lezzet veren, benim beğendiğim her şey güzel, her iş doğrudur. Eğer ben kendimi, sahip olduğum biricik sermayeyi, başkaları için feda edersem, alem iyi ve kötü işi algılamadığı için bana bir ödül vermeyecektir. Bu yüzden “zamanı ganimet say” felsefesi Albert Camus’un deyimiyle, bu mantıksal saçmacılık (abes- absurdite) felsefesinden doğmaktadır. Yani benim, bütün hareketlerimi, hayatımı, başkalarıyla olan bağlarımı, tabiatla olan ilgimi, kendi zevkimi, esas alarak değerlendirmem, onunla amel etmem gerekiyor; çünkü benim kendimi başkaları için feda etmemi, çok romantik ve idealist olacaktı, diye izah edecek başlıca hiçbir ölçü yok. İdealistlik insanın şöyle demesidir: Benim hareketimin dünyaya bir etkisi yok, çünkü dünya benim davranışımı algılamaz; ama ben yok olduktan sonra başkalarının beni hayırla yad etmesi için, ben kendimi onlara feda ediyorum”. Şarkıyla, telkinle, duygularıyla ve koltuğunun altına karpuz sıkıştırmakla, insanları fedakârlığa zorlamak mümkündür. Ama yalnızca duygusal insanları. Yoksa aynı kişi şöyle de sorabilir. Altmış yıl yaşayabilecek bu yılların tamamından lezzet alabilecek, ömrümü güzellik, eğlence ve zevk içinde geçirebilecek olan ben, bütün bunları sana veriyorum. Senden sonra toplum ne verecek peki? Toplumun ona verecek nasıl bir cevabı vardır? Senin hareketini ululayacak, sana ödül verecek bilinçli, duygulu başka bir alem de yok veya senin hareketinin geleceğine bir etkide bulunması için bir alem daha yok diye o kişiye nasıl bir cevap verecektir. O halde benim davranışımın şeklinin ve türünün geleceğimin yazgısı üzerinde bir etkisi yoksa, şu anki geleceğimin yazgısına etkisi olacak bir iş yapmam daha mantıklıdır.

İşte bu yüzden, maddeci dünya görüşü, sürekli yokluğa ve saçmalığa doğru gitmektedir. Bugün Rönesans’ın ve maddeci dünya görüşünün, dini dünya görüşüne üstün gelmesinin üzerinden üç yüz yıl geçtiği halde, 20. y.y.’daki bütün felsefeler, mektepler ve sanatlar saçmalığa ulaşmışlardır. Bugün 20. y.y.’ın sanatına hakim olan ruh, saçma sanattır. Regrie: /’Dünyada duygusu “olmayan hiçbir şeyin anlamı yoktur’ demektedir. Hiçbir şey ne iyidir, ne kötüdür, ne güzeldir ne çirkindir; ne serdir ne hayırdır. Öyleyse nedir bunlar? Dünyadaki bir şeye veya bir düşünceye, istediği gibi güzel veya çirkin anlamı veren sanatçıdır.”

Beckett, yüzyılımızın büyük bir yazarının, büyük bir eseri olan “Godo’yu Beklerken’ adlı tiyatro eseriyle, Saçma’yı tiyatroda yaygınlaştırır. Şimdi saçmacı tiyatro son yüzyıllarda tiyatroya en çok nüfuz eden yöntemdir. 20. y.y tiyatrosu saçmacı (abes-absurd) bir tiyatrodur. Saçmacı tiyatro ne demektir? Yani, tiyatrolar Aristo zamanından şimdiye kadar daima, halka bir hedef sunmak istiyorlardı; dini, ilmi, milli veya felsefi, tarihi bir hedef göstermek

bir şey söylemek istiyorlardı. Ama bilinci olmayan bir dünyada, insanın da söyleyecek sözü yok. Algısı olmayan yabancı bir dünya, insanın muhatabı olamaz. Kulak duymadıktan, alem sağır olduktan sonra sözün anlamı olmuş olmamış birdir. Saçmacı tiyatro, “Hiç”i söylemekle görevli, bir risaleti ve ahdi üzerine almamakta sözleşmiş bir tiyatrodur. Saçmacı tiyatroda çeşitli tipler oyun oynamaktadırlar. Öldürmekte, çabalamakta, çeşit çeşit olayları göstermektedirler, ama sonunda aldıkları sonuç ne? Hiç. Saçmacı tiyatro bununla mı sonuçlanmalıdır? Ama niçin? Çünkü, hayat budur, maddeci dünya görüşünde hayat saçma ve anlamsızdır.

  1. y.y’da batıya hakim olan ruh, saçmacılıktır. Oysa 19. y.y.’a hakim olan ruh ideoloji idi. Bugün 20. yüzyıl batısında hiç kimse ideoloji üretmiyor. İdeoloji üretmek 19. yüzyılların işiydi; 20. y.y.’da bunlarla alay edilmekte. Bir 20. y.y. düşünmek, bir 20. y.y. yaratmak isteyen her düşünür, her filozof, sanatçı mesaj olmayan bir şey yaratmak zorunda; söyleyecek sözü olmayan bir tiyatro sergilemek zorunda, niçin? Çünkü hayat gerçekliğini böyle gösteriyor. Bir şey söylemek isterse, hayatı daha da çirkinleştirmiş oluyor. Eğer insanı iyi veya kötü göstermek isterse, şu amaçla veya bu amaçla, gerçek insanı göstermiş oluyor. Çünkü dünyanın bir anlamı olmadığı zaman, insanın da bir anlamı olmayacaktır. Hayatın hedefi olmayınca, bireyin de hedefi olamayacaktır. İçinde oturduğum bir tren hiçbir yere gitmiyorsa, şu vagona oturmuş olan benim, oturmak için kendime bir yer seçmem, aptalcadır, bütün bunlar eşittir. İnsan alemin yazgısından ayrı, kendisi için bir yazgı yaratmadığı için, bundan başkası mümkün değildir.

Ali Şeriati

Bir yanıt yazın