Dünyaya geleli pek fazla zaman olmamıştı. Ana kucağında yabancılık çekmiyordum. Karnımı orada doyuruyordum. Popişimi (annem öyle diyordu) annemin kucağında kirletiyordum. Babam bebek bezlerini eve getirirken gururla:
-Cebimize ediyorsun be oğlum, diyordu. Sonra beni yüzüstü yatırıp karnımı okşuyordu.
Gazım alındıktan sonra en sevdiğim şey oyun oynamaktı. Önce zıplatıyorlardı sonra tutuyorlardı. Benim için çocuk odası yapmışlardı. Tavanında karanlıkta parıldayan çıkartma gökyüzü süsleri vardı. Mama sandalyesi, beşik, oyuncak dolabı bu odadaydı. Pudram, çocuk bezim, mamalarım, biberonum, tulumlarım beyaz dolaptaydı.
Adımı babam koymuş. Bana babasının adı Mustafa demiş. Kulağıma okunan ezanı hayal meyal hatırlıyorum. Dedemin kucağında hiç ağlamadan durmuştum. Gerçi o günlerde boynumu tutamasam da gülücük atmayı ihmal etmiyordum. Kucakta olmak beşikte olmaktan güzeldi. Annemin kokusu ise bu hayatta hissettiğim ilk duyguydu. Çünkü onun kalp atışı tam dokuz ay bana şarkıydı. Aldığı soluğu, yemeği suyu onunla paylaşmıştım.
Belki de göbeğim kesildiğinde gurbete geldiğimi daha iyi anlamıştım. Gurbet değildi de neydi ağlayarak geldiğim dünya? Doğum günümü kutlamama rağmen.
Bugünlerde evimizde hareketlilik başlamıştı. Meğerse annemin doğum izni bitmişti. Annesi –Anneannem- bana bakacaktı. Annemin babama dediğine göre:
-Tecrübeli ve işi bilen bir bakıcının evde bulunması, çocuk için de güvenilir olur.
O gece annemin eksikliğini hissettiğimden anne ve babama bir şeyler söylemeye çalıştım. Onlarsa beni yatakta ortalarına alıp severek uyudular. Tam dalmışlarken pişiğim acımaya başlamıştı. Altımın değişmesi gerekiyordu. Alarm çalar gibi var gücümle ağlamaya başladım. Sabaha kadar…
Babam uykulu gözlerle sabahı zor etmişti. Anneannem de o gece memleketinden gelmişti. Mutfakta kahvaltı hazırlıyordu. Ben ise uslu uslu ayıcığımla oynuyordum. Annem okula gitmeden önce beni emzirdi. O da ben de kahvaltımızı yapmıştık.
Konuşabildiğim birkaç kelime ile annemle anlaştık. Anneannemle dayıma akıllı çocuk olduğumu göstermeliymişim. Başbaş yapmıştım ama annem gidiyordu. Bastım yaygarayı:
-Anne , babiş. Gitme. Annemle ayrılmamız zor olmuştu. Babamla birlikte işlerine gitmek üzere çıktılar, önce ayıcığın kulaklarını çektim, beşikten attım. Anneanneme baktım.
-Hanimiş oğlumun nenesi? Ayıcığıyla mı oynuyormuş?
Dayım da yol yorgunu yataktan kalkıp yüzünü yıkamaya banyoya girdi. Anneaneme alışmıştım fakat dayıma biraz zor alışacaktım galiba. Çünkü kahvaltıya geçen bu adam da neneme ‘anne ‘diyordu.
Beşiğin etrafında oyuncaklarımı kurcalarken yanıma geldi. Kucağına aldı. Pışpış diye seviyordu bense onu inceliyordum. Bu adam annemden uzak bu günümde benimle odada yalnızdı. Biberonumdaki sütten bir parça emdim. Bu biberon da annem kokmuyordu ama olsun.
Kucağında yanaklarımı ısırdı.
-Dayısı ye Mustafa’yı ye, ye…
Ana kucağına sığınamadığım bu anda dayımı itmeye çalıştım ve korkarak ağlıyordum:
-Ben mama değil, ben mama değil.
Sesimi duyan nenem çocuk odasına geldi. Beni kucağına alınca sustum. Kalp atışını dinlediğim bu kadının yüreği de annemle aynı atıyordu. Kokusu da ana kokusuna benziyordu.
Mışıl mışıl uyurken yeni bir ana ikliminde hayatım devam ediyordu. Ben büyüyordum.
Ama dayım bebeklerin yenmeyeceğini öğrenecek miydi?
ⓘⓓⓔⓑⓘⓨⓐⓣ
Abdullah Yılmaz