Bir akşamüstüydü. Yine uykuyu abartmıştım, uyandım. Bir süre duvardaki izleri seyrettim. Kaç ömür yaşamıştı bu duvarlar, nelere tanık olmuşlardı? Oysa üzerlerindeki derin izler kaç kez alçıyla sıvanıp, boyayla kapanmıştı? Bu tefekkür esnasında aklıma “Yine,arayacağım” denilip aranmayan bir telefon sesi düştü. Ses, tekrar tekrar kulaklarımda çınlamaya başladı. Hatıra düşerse, tüm kapanmış yaralar sızlar. Siz ne kadar kapatsanız da alçıyla sıvasanız da boyasınız da derin yarıklardır bunlar, sızlar…
Hazin bir 26 Mart, geldi içime oturdu o akşam. Hatırlamak istemedikçe, tüm görüntüler gözlerimin önünden geçiyordu. Kulaklarımı sağır edecek kadar bağırış ve çığırışları duyuyordum. Her şey 18 Mart günü başlamıştı esasında. 11 yaşındaydım, okuldan gelmiş tüm eşyalarımı koridora atmıştım. Telefon çaldı, telefonun diğer ucunda anneannem vardı. Yattığı hastaneden anneme beni aramasını söylemişti. Sesini duyar duymaz, onu çok özlediğimi söylemiştim. “İyi misin anneanne, ne zaman geleceksin? Sensiz buraların hiç tadı yok, hadi gel” diye cümleleri birbiri ardına sıralamıştım. “Geleceğim oğlum az kaldı, çok az kaldı. Hem şimdi, beni sorma da takım ne alemde ondan bahset biraz. Takip de edemedim hiç, doktorlar izletmiyor burada maçı, yasakladılar.” demişti. “İşler kötü anneanne, bu yıl tamamen kayıp çok üzülüyorum sensiz izlenmiyor zaten hiçbir maç.” dedim. “ Üzme sen de kendini hemen be oğlum, hem ben hastanedeyim ya, o yüzden takım böyle.” “Gerçekten, o yüzden mi anneanne?” “Evet, gerçekten o yüzden. Oğlum, benim telefonu kapamam lazım, doktor geldi. Üzülme tamam mı hiç? Seneye bak bende iyileşeceğim, yine izleriz maçları beraber. O zaman şampiyon da olacağız. Yine arayacağım ben seni, öpüyorum kocaman.” Son konuşmalarımız, bunlardı…
Hayatını, Fenerbahçe’ye adamış bir anneannem vardı. Maç esnasında totem yapıp karşı takım atağa kalktıkça karnına yastık bastıran bir anneannem vardı. Her galibiyet sonunda, sokaktaki çocuklara şeker dağıtan bir anneannem vardı. Siröz hastalığı sırasında karnından her gün litrelerce su alınırken karnesine sarı kırmızı kapak taktılar diye hemşireyle kavga eden bir anneannem vardı…
26 Mart sabahı, sabah saat 6 sularında uyanmıştım. Annem bir kenara ilişmiş hüngür hüngür ağlıyordu. Babam, bir köşede sessizce oturuyordu. Her şeyin farkındaydım ancak duyma cesaretini gösteremiyordum, korkuyordum belki de. Bir şeyleri kaybetmenin korkusu ilk o zaman düşmüştü işte benim yüreğime. Kapı çalmıştı, komşular gelmişti. Sesleri duymuşlar, onlar da farkındalardı her şeyin. Herkesin ağzında aynı şey vardı: Ölmüş.
Uzaklaşmak istedim o an, tekrardan uyumak istedim. Bu bir rüya olmalıydı diye düşündüm. Olamazdı, anneannem bana söz vermişti. Dönecekti, gelecekti. Çok kızmıştım ona, maçın başında pes ettiği için, daha maçın bitmesine çok vardı. 3 yıllık siröz mücadelesinde bu kadar çabuk yenilemezdi. Totem yapsak gelir miydi geri? Gelmezdi. İşte o totemler ilk kez burada bitmişti. 26 Mart’ta kendi gözlerimle seyrettim, toprağa konuşulunu. Canım o kadar çok yanmıştı ki anlatamam, bir kuş havalandı o gün, yeryüzünden içime doğru orada sakladım, orada sarıldım ona…
2003-2004 sezonu başladığında ise içim buruktu. Her maçı iki kişilik izliyor, her mağlubiyette hüngür hüngür ağlıyordum. Daum’a, Nobre’ye, Hoijdonk’a, Tuncay’a kızıyor, ağız dolusu küfür ediyordum, sınırlı küfür haznemle. Sonbahar geçti, kış geçti. Sezonun bitmesine tam iki hafta kalmıştı, önemli bir maçtı. 9 Mayıs 2004 tarihinde Fenerbahçe, Denizli Atatürk stadında Denizlispor’u 4-0 yenerek şampiyon olmuştu. Maç bittiğinde yere çöküp, ağladım. İşte o an görmeliydiniz beni, anneannem öldüğü gün, akmayan tüm gözyaşlarım kıyıya yaklaşan bir dalga gibi boşalmıştı. İşte o gün ıslanmıştı formam, gözyaşlarımla…
Buruk bir sevinç yaşıyordum. Fenerbahçe şampiyon olmuştu ama anneannem yoktu. Onun gibi, sokaklarda şeker dağıtan kimse yoktu. Bayrağını, meşalesini kapan sampiyonluğu doyasıya kutlamak için sokaklara akın ediyordu. Garajda, bulunan bisikletimi çıkardım, bindim hemen üzerine. Nereye gittiğimi kimseye haber vermeden son hızla anneannemin mezarına doğru, pedalları çevirdim…
Mezarın başına geldim, bir süre mezar taşının başında sessizce durdum. Sonra mezar taşını okşadım, konuştum, konuştukça gözyaşlarım dindi, “Sen gelmedin anneanne yolu bulamadın belki de, olsun. Ama bak ben sana kocaman bir şampiyonluk getirdim” dedim. Formamı çıkardım oraya bıraktım, arkasında Pierre Van Hooijdonk yazan formamı, gözyaşlarımla ıslanmış 17 numaralı formamı…
FUAT CAN GEVRİ