Birkaç gecedir gördüğüm kâbuslardan dolayı, bir türlü doğru dürüst uyuyamıyordum. Sanki Amâk-ı Hâyâl’deki Aynalı Baba neyini kapıp benim 1+1 eve yerleşmişti. Bir taraftan bütün kuvvetiyle neyine hayat verirken, diğer taraftan kahvelerimizi içip terastan karşıdaki dağları izleyerek hayâlin derinliklerine doğru yolculuğa çıkıyorduk…
Hayır, böyle değildi! Günler giderek birbirine benzerken; ben ise geçirmenin yollarını ararken kendimce uydurmuştum bunu. İşin doğrusu, can sıkıntısından patlıyordum. Her zamanki gibi tavanı seyredip, odamda çubuk kraker yiyordum. Birden, müzik çalmaya başladı. Bilgisayarımdan gelmiş olabileceğini düşündüğüm için sesi kısmaya çalıştım ama ses başka yerden geliyordu. Evet, telefonum çalıyordu. Uzun süre çalmadığından; telefonumun kendi zil sesine bile yabancı kalmıştım.
Telefonumu açar açmaz “Merhaba Abdullah” dedi sesin sahibi. “Merhaba, yanlış aradınız galiba çünkü burada Abdullah diye biri yok” dedim. “Bırak, şimdi bu ayakları beni nasıl tanımadın, ben Fulya” dedi. “Fulya hanım, tekrardan aynı şeyi dile getirmek istemiyorum ama ben Abdullah değilim. Aradığınız kişi yüzünden zaten yeterince bankalar ve başkaları tarafından rahatsız edildim. Bir de siz başlamayın isterseniz, iyi günler” deyip telefonu kapadım.
Kapatır kapatmaz, telefon yine çalmaya başlamıştı, aynı kişi arıyordu. Önce açıp açmamakta tereddüt ettim ancak canım çok sıkılıyordu kuş da vuramazdım. Bu yüzden telefonu açtım “Abdullah, niye böyle yapıyorsun? Ne kadar değiştin sen, seni son bıraktığımda hiç böyle değildin” diyerek birbiri ardına sıralıyordu cümleleri “Fulyacığım, insanı bazen bıraktığın yerde beklediğin şekilde bulamazsın” dedim. “Heh, sonunda tanıdınız beni Abdullah bey! Bak bir de ayak yapıyordu sabahtan beri yok ben Abdullah değilim de falan da filan da. Hem sen böyle edebi cümleler kullanmazdın. Nereden öğrendin bakalım bu lafları, anlat hemen!” dedi.
“Normal değil mi sence? Dile kolay sekiz yıl geçmiş. Ben o geçen yıllarda, kaç yolu unuttum, kaybettim ve o süre zarfında çok kalp kırdım.” dedim. “Abdullah, anladığım şekilde konuşsana be kuzum!”dedi. “Sen de Yeşilçam’daki kadın aktrisler gibi ezbere konuşuyorsun be Fulyacığım, hiç değişmemişsin bıraktığım gibisin. Hâlbuki Aristo’nun akış kuramını da çok iyi bilirdin” dedim. “Belli, sen bana o gün çok kırıldın. Şimdi Aristo’yu bahane ediyorsun. Ama hiç dinlemedin ki, çektin gittin. Sonra birkaç kez aradım, açmadın. Senin hakkında tek bildiğim, yurtdışına gitmiş olmandı” dedi.
Ne yapıyordum ben bilmiyordum ama Abdullah olmak çok hoşuma gitmişti. Abdullah’a olan kızgınlığım gitmiş yerini bir miktar üzüntüye bırakmıştı. Abdullah gibi adam üzülür müydü be! Şimdi Abdullah’ın kırılmış kalbinin hesabını sormanın vakti gelmişti. Güç Abdullah’taydı.
“Haksız değil miydim peki Fulya?” dedim. “Haklıydın ama dinleseydin, bunları söyleyecektim sana” dedi. “Ama söylemedin.” dedim. “Fırsat vermedin ki, fırsat verseydin bir bir açıklayacaktım.” dedi “ Neyi açıklıyorsun Fulya! Bana martaval okumayı bırak lütfen. Hem ne oldu da bu kadar yıl geçtikten sonra tuttun aradın.” dedim. “Eski albümlere bakıyordum, “fotoğraflardaki biz” olduğumuz günlere. Hani vardır ya Abdullah, bazı fotoğraflar insanın içini açar sonra ufacık bir gülümseyiş ve bir parça da gözyaşı gelir yerleşir suratına. İşte o yüzden aradım” dedi
Belli ki ortada bir yanlış anlaşılma vardı. Giderek, işler sarpa sarıyordu. Ama Abdullah olmaktan da bir türlü vazgeçemiyordum. Fulya, Abdullah ile gittiği kamp günlerinden Abdullah’ın çok cesur ve kararlı olduğundan ve elinden her iş geldiğinden bahsedip duruyordu. Halbuki benim hayatımda hiç cesaret edebileceğim bir şey yoktu. Genelde birçok şeye aynı anda başlardım ve sadece bir başlangıç yapardım, hiçbir zaman da sürdüremezdim. Abdullah gibi mücadele edebilen bir yapıya da sahip değildim hemen abandone olurdum ve onun gibi hiçbir iş de gelmezdi elimden. Hayatın beceriksiziydim ben.
Fulya’ya artık gerçekleri açıklamanın vakti gelmişti. Sırf can sıkıntısından yaptığım bu ayıbın üstünü nasıl örtebilirim diye düşünürken, Fulya telefonun diğer ucunda ağlamaya başlamıştı. Teselli veriyordum, sakinleştirmeye çalışıyordum ama Fulya ağlayarak “Neden gittin aptal!” diyerek bağırıyordu. Ben ise, küçükken babamın bana kızdığı günlerdeki gibi başımı öne eğip hiç ses çıkarmadan halının desenlerini inceliyordum.
Telefon öylece kulağımda durdu uzunca bir süre. sadece Fulya’nın nefes alış verişlerini işitiyordum. Sessizliği bir türlü sevememiştim ve alışamamıştım da bu yüzden “Ben, Abdullah değilim Fulya” dedim. “Biliyorum.” dedi ve devam etti. “Abdullah, 8 yıl önce beni eve bıraktıktan hemen sonra arabasıyla trafik kazasında öldü. Ama ben ölmüş olduğunu bir türlü kabullenemedim bu yüzden de numarasını hiçbir zaman silemedim. Sanki tekrardan Abdullah’ın numarasını aradığımda hemen telefonu o dingin sesiyle açacakmış gibi hissediyordum. Kendimce bir Abdullah yarattım işte ve buna inandım. Kusura bakmayın sizi de rahatsız ettim bu saatte ancak tekrardan hayata karışabilmem için bunu yapmam lazımdı.” dedi. Bir şey diyemedim, sustum her zamanki gibi. Sonrasında ise telefon kapandı.
Telefonu kapatınca tekrardan çalmaya başladı. Arayan bu sefer bir bankaydı. Açtı hemen telefonu. “Merhaba, Abdullah Bey ile mi görüşüyorum?” diye sordu müşteri hizmetleri. Tüm içtenlikle cevap verdim: “Evet, buyrun.” dedim.
Fuat Can GEVRİ