Elindeki makasın ucunu bir an için havaya dikip onuruma içilecek bir kadeh gibi yavaşça kaldırarak, “Hoş geldin beyim,” dedi berber.
Belki çırak da aynı şeyi söyledi, ama onun sesi işitilmedi; yalnızca ağzı açılıp kapandı. Koltuğun çevresinde yarım adımlarla, berberin hareketlerini kollaya kollaya dönüyordu. Ustası makası şıkırdatarak kimsenin bilmediği bir oyun havası tutturmuştu da o durup dinlenmeden oynuyordu sanki. Kimi zaman da gözlerini devirip köşede oturanlara bakıyordu. Onlar birer seyirciydi kuşkusuz; gözleri çırağın hareketlerinde, kulakları ve gönülleri makas şıkırtısında sessizce bekliyorlardı.
Bir ara şıkırtılar durdu. Tıraş edilen adam, oyundan arta-kalmış etten kemikten bir posa yığını gibi koltuktan kalkıp ceketini giydi. Çırağın eline bahşiş tutuştururken, “Ruhum sıkılıyor,” dedi berbere, “gene de geçmedi bak…”
Berber yanıt vermeden uzun uzun baktı kapıdan çıkan adama, sonra bekleyenlere döndü. Elinde zindan karası tespih tutan, sıra bende demesine oturduğu yerde kıpırdanmıştı. Ama berber onun verdiği bu işareti görmedi, gördüyse de anlamadı ve buradaki her oyunu yalnızca kendisinin yönetebileceğini bir kez daha vurgulamak ister gibi, “Buyur,” dedi yanımda oturan keçi sakallıya.
“Yeni bir oyun başlıyor,” diye geçirdim içimden. Adam sessizce kalkmış koltuğa doğru yürüyordu. Havlusu çırağın elinde hazırdı. Berberse tezgâhın üstüne eğilmiş yan yana duran usturalardan birini seçmeye çalışıyor, bir yandan da arada bir gözlerini aynaya kaydırarak koltuğa yaklaşan keçi sakallıyı süzüyordu. Gözlerinde küçücük birer cellat gözü vardı şimdi, onlarla bakıyordu.
“Oyun kanlı olacak anlaşılan,” dedim iç sesimle. Zindan karası tespih şıkırdamaya başladı o sırada, taneler sırasını kaptırmış bir adamın öfkesiyle titreyerek üst üste düşüyordu. Çalgı değişmişti bir bakıma, üstelik şıkırtılardaki öfke kanlı bir oyun için uygundu. Aslında her şey o oyuna göreydi artık; keçi sakallı, dilsiz bir kurban gibi gidip koltuğa oturmuş, berber usturalardan birini seçip ayırmış, çırak da beyaz bir örtüyü adamın boynuna bağlayıp uçlarını (kan sıçramasın diye mi nedir) dizlerinin üstüne çekmişti.
Sonra, derin bir sessizlik girdi araya.
“Neden konuşmuyorsun beyim?” dedi berber.
“Ne anlatayım,” dedim kanlı bir oyunu seyretmeye hazırlananların tedirginliğiyle.
“Ne anlatırsan anlat,” dedi; “yeter ki anlat…”
Bir tür ön sorgudaydık sanki; koltuğa oturtmadan önce ufak tefek bilgiler almaya çalışıyordu. Gözlerindeki cellat gözleri arada bir parlayıp sönüyordu, görmüştüm.
“Hâlâ roman yazıyor musun sözgelimi, onu anlat.”
“Yazıyorum,” dedim kuru bir sesle. Hemen ardından, gözlerimi aynanın üstüne kaldırarak onun yaptığı resme baktım. Karakalemle yapılmış iri bir güvercin resmiydi bu; sigara dumanından sararmıştı biraz, kenarları kıvrılmıştı.
“Adı ne?”
Aynada göz göze gelmiştik.
“Romanın mı,” dedim uzak bir sesle, “şimdilik bilmiyorum.”
Zindan karası tespih sustu birden. Berber, elindeki fırçayı bırakıp gözlerinde büyüyen cellat gözüyle caddeye baktı. Şehrin bütün caddelerini aşmıştı sanki, çok uzaklarda, dağların ardında bir yeri görüyordu. Belki de berberin kendine sığmazlığı vardı orada; sözgelimi bir köyde, yine böyle bir dükkânda berber kılığında oturuyor ve arada bir başını çevirip buraya bakıyordu.
Sonra, gözlerini köy meydanından geçen muhtara çevirdi; uzaktan uzağa el sallayarak selamlaştılar.
İçinden, “Artık sen de bu köylü sayılırsın,” dedi muhtar. Gülümsedi kendi kendine. Bu gülümseyiş evine dek mutlu etti onu, hafifletti, bir bakıma seçimden kalan bütün yorgunluğunu unutturdu. Çift kanatlı avlu kapısından girdiğinde, karısı marul salatasına zeytin serpiştiriyordu.
“Kazandın mı?” dedi havada kalan elini unutarak.
Muhtar, şapkasını çıkarıp kapıya doğru fırlattı.
“Kazandım,” dedi, “yeniden muhtarım!”
Hasan Ali Toptaş
Gölgesizler