Saat 6.30’du. Sabah 6.30’lar yabana atılmazdı. Birce de yabana atamazdı. Zorunluluktan dolayı uyanmasaydı, Birce yine uyanırdı çünkü 6.30’lar asla yabana atılmazdı…
Birce, yatağından kalktı. Masasının üzerindeki menekşeye dokundu. Boynunu bükmüştü menekşe, tıpkı kendisi gibi. Aynı onulmazlık onda da vardı. Bu sıralar bir şeylerin değişmesini çok umuyordu ama her şey alabildiğine tekdüzeydi…
Dün gece gördüğü bir düşün etkisiyle uyandı bu sabah. Bir şeye dair beklentilerinin gerçekleştiği bir düştü bu. O düşle, yavaşça pencereye yaklaştı. Perdeyi incitmeden açtı çünkü beklentiler çok kırılgandı, dağılabilirdi…
Perdeyi araladığında karşısında bir çiçekli bisiklet vardı. Birce, kendisine gelmiş olmasını umdu, çünkü rüyasında da oradaydı o bisiklet. Belki de çiçekli bisiklet kendisiydi. Ama o bisiklet oradaydı bu sabah. Hemen evden çıktı, bisiklete dokundu uzun uzun. O bisiklet bir düş değildi, o bisiklet oradaydı bu sabah…
Bisikletin çiçekli selesine bir not iliştirilmişti. Birce, o notu eline aldı ve okumaya başladı.
-Günlerin çekilir bir yanı olması için bir umut ararsın, benim günlere dair umudum sendin. Sen benim çiçekli bisikletimdin. /Faruk.
Not bu kadardı. Birce notu okuyunca çok mutlu oldu, bisikleti eve çıkardı. Bir köşede, her bulduğu yerde uyumakla meşhur kedisi yine uyuyordu elbiselerinin arasında…
Hazırlanması gerekiyordu, hazırlanıp okula gitti. Okula vardığında ders başlamıştı. Sessizce arka sıralara doğru yürüdü Birce. Ders Psikolojiydi. Psikolojik Yaklaşımlardan bahsediyordu dersin hocası. Birce sıraya oturunca hocası geç gelmenin bedeli diye düşündüğü bir soru sordu. “Bilişsel yaklaşımı” anlatmasını istedi Birce’den. Birce anlatmaya başladı. “Soğuk savaşın bittiği günden itibaren, insanlar yavaş yavaş bilgisayarlaşmaya başladı. İnsan zihnide gitgide yok olmaya, bir bilgisayar gibi komutsal verilere dayanmaya başladı” dedi. Dersin hocası onaylar bir şekilde “İyi cevap, umarım bundan sonra sonra geç kalmazsın” dedi. Birce “özür dilerim” dedi sadece.
Eve dönmeliydi, evden ayrılınca kendini hep huzursuz hissediyordu. Çok sıkılıyordu, insanların arasında. Onlar bunaltıyordu. O yüzden sığınağına doğru koşar adım döndü. Odasında çiçekli bisikleti duruyordu. N’apacağını hâlâ bilmiyordu. Annesi geldi odasına, “Hadi pazara gidelim” dedi Birce’ye. Salı Pazarı’na gitti annesiyle. Uzun uzun tezgahları dolaştı. Faruk geldi aklına, gülümsedi. Faruk olsaydı n’apardık acaba burada?” diye uzun uzun düşündü.
Tekrardan eve döndüklerinde, Faruk çok uzun bir mesaj atmıştı. Konu Faruk olunca hep gülümsüyordu. Sebep yoktu Faruk düşüncesi onu hep gülümsetiyordu.
Faruk’un en sevdiği şarkıları söyleyip Faruk’a yolladı.
Faruk bütün gün o şarkıları dinlemeye başladı. Yalnız kaldığında, çayına şeker atarken, kurabiyesini yerken, bahar da, yaz da, kış da Faruk hep onu düşündü…
Bir Pazar sabahı. Ankara. Kuğulu Park. Karşıdaki büfede “Neşet Ertaş” “Gönül Dağı” çalıyordu, Eğer Ankara’daysanız ya da yolunuz bir şekilde Ankara’ya düşmüşse sadece Neşet Ertaş çalardı bu şehirde. Çalmasa bile, kulağınızda, kalbinizde daima Neşet babanın sesi vardı. Burası hüzünlü bir bozkırdı. Denizden çok uzaktı ama Neşet babaya çok yakındı…
Birce ve Faruk yan yana oturuyordu bir bankta. Kalpten kalbe bir yol vardı o gün. İkisi de bunu biliyordu, yıldızlar yere paraleldi. Birce, başını Faruk’un omuzlarına yasladı. Ağzından sihirli sözcükler döküldü “ Senin omzun, sesin bana huzur veriyor. En çok ben burada mutluyum iyi ki varsın” dedi. Faruk eliyle Birce’nin başını okşadı, usulca tekrarladı “ Sen de, iyi ki varsın” dedi.
Kuğulu Park’tan ayrılıp yürümeye başladılar. Yol boyu şarkı türetmece oynadılar. Bir türlü konuşamadılar. Birce bir şey dediğinde Faruk o kelimeden bir şarkı türetiyordu, Faruk bir şey dediğinde bu sefer roller değişiyordu. Kedi sevenler sokağına gelene kadar bu durum sürdü. Kedi sevenler sokağına geldiklerinde bir çay bahçesinde oturdular. Garson geldi, iki çay istediler. Garson adisyona iki çay yazıp gitti. Birce anlatmaya başladı. “Aylardan beri karanlıklar içindeydim ben Faruk, tek başımaydım. Sonra sen geldin ışığım oldun. Belki biraz daha geç kalsan ben o karanlığa teslim olacaktım. Sen benim gerçek mucizemsin bunu kabul ediyorum ama çok erken gelmiş olmandan korkuyorum. Belki de bu mucizenin büyüsünün bozulmasından korkuyorum. Sanki bir şeylerin zamanı değilmiş gibi hissediyorum.” dedi. Faruk bir şey diyemedi, usulca yine “zaman” dedi. Zaman deyişi Ankara ayazında uçup gitmişti, yakalaması imkansızdı…
Artık yolların ayrılma vaktinin geldiği saatlerdi. Otogara doğru yürüdüler. O gün otogar tıklım tıklımdı ve yoğun bir yağış vardı. Bir tarafta ise herkes birbirine sıkı sıkı sarılmış ağlıyordu. Yağmur gözyaşlarını saklardı, o yüzden kimse ağladığını kabul etmiyordu ama herkes ağlıyordu. Bu bir asker uğurlamasıydı çünkü.
Birce’nin otobüsü geldi. Faruk, çantasından “Küçük Prens” kitabını çıkardı Birce’ye verdi. Birce hiçbir şey söylemeden kitabı alıp otobüse bindi. Faruk, otobüste Birce’nin oturduğu cam kenarına doğru yürüdü, aralarında sadece bir pencere mesafesi vardı. Faruk, bir şarkıyı mırıldanmaya başladı “Kavonazların dibi göründü, çörek otu ve susam susam susam… Bütün bu poğaçalar ve kurabiyeler beni içime kapatan…” diye devam eden bir şarkıydı. Bu şarkı çok anlamlıydı. Birce’nin sesinden dinleyemeden otobüs hareket etti. Ve Birce’nin sesinden bir daha şarkı duyamadı. Hâlâ birbirinden bağımsız yerlerde “Hamur İşleri” söylenecekti Ama bu Faruk ve Birce için geçerli değildi. Onların kendi birbirinden farklı hikâyelerinde artık farklı şarkılar çalmaya başlayacaktı. Otobüs bilinmezliğe doğru hareket etti. Bu yaşananların hepsi korkuydu belki de düştü. Kedi Sevenler sokağı yoktu. Kuzu çiçeği henüz yememişti. Hiç gitmemis gibi bir köşede oturup dinlendirirmiş gibi çiçekli bisikletin kahve aromalı sesi, yere bakıp utanarak gülümsemesi hepsi ama hepsi daima sürecekti…
ⓘⓓⓔⓑⓘⓨⓐⓣ
Fuat Can Gevri