Takvim, 20 Eylül 2001’i gösteriyordu. Her zaman ki top oynadığımız arsada toplanmıştık. Tüm takım tek sıra halinde dizilmiştik sahanın ortasına. Bir cenaze merasimine benziyordu. Biliyorduk, bu Vedat abinin gidişiydi. Onun sessiz, derinden terk edişi bizi. Bıraktığı enkaza bile bakmak istememişti o gün. Gözlerimize bakamadan, “gidiyorum” dedi sadece. Belki baksaydı asla bırakıp gidemezdi bizi.
Vedat abi, tuhaf adamdı. Çok kez,
Ayten abla, Vedat abinin ilk göz ağrısıydı. Ayten ablanın babası züccaciye işiyle uğraşıyordu. Epey borçlarının olduğu, mahalle eşrafları tarafından da biliniyordu. Bir gece arkasında bütün borçları bırakıp, tası tarağı toparlayıp ayrılmışlardı şehirden. Tuttuğu son dal ise tam orta yerinden kopmuştu Vedat abinin.
Vedat abi yıllar sonra bir mektupla öğrenmişti her şeyi. Ayten ablayı gider gitmez, Almanya’da evlendirmişlerdi. Annesinin ölümünden sonra seyrek gittiği okula, Ayten ablanın da gidişiyle beraber artık tamamen uğramaz olmuştu. Bütün gününü bizle geçirir, bizden arta kalan zamanlarında da evinde bol bol kitap okurdu. Acılarını kendi içinde yaşayan, bunu dışarıya yansıtamayan biriydi. Sadece biz görürdük içinde taşıyamadığı acılarını. Biz, elindeki kesik yara izlerinden anlardık. Bir acayip adamdı.
Kim olsa toparlanamazdı ama Vedat abi bir şekilde yaşıyordu. Hiçbir şey istediği gibi gitmese de onu hayata bağlayan şeylerin ipini sımsıkı tutuyordu: Çay gibi, mahalle gibi, kitap gibi, sigara gibi, bizim takım gibi…
Oynadığımız mevkilere göre kitap okuturdu bizlere. Okuttuğu kitapların, hemen ardından onun özetlerini tek tek yazdırıp, analizlerini isterdi bizden. Refleksleri zayıf kaleci İhsan’a Dostoyevski. Yedi haftadır gol atamayan tek forvet Fevzi’ye ise sadece Proust okutmuştu. Herkes, verilen görevi harfi harfine yerine getiriyor, kitabı bitiremeyen ise, ceza olarak o hafta takımdan kesik yiyordu. Bizim için en büyük cezaydı bu, çünkü kalbimizde yeri olanlar da ellerinde su ve çekirdekleriyle bizi izliyorlardı tribünden.…
19 Eylül akşamı beni çağırmıştı yanına. Ayrılacağını aklımdan bile geçirmemiştim .Her zaman ki konuşmalarından biri sanmıştım. Elini omzuma atmıştı, o zaman işin ciddiyetini daha iyi kavramıştım. “Eğer bir gün, olur da gidersem bu takım sana emanet Cengiz. Senden başka kimse bu takımı yönetemez. Çünkü sen bazı şeylerin farkındasın. O çocuklar gerçekten çok yetenekliler. Sadece nasıl sevgilerini gösterebileceklerini bilmiyorlar. Benden sonra, onlara nasıl sevgi gösterebileceklerini öğret. Kendilerini fazla hırpalamasınlar bu hengamede. Eğer bir gün gelir sen de ayrılacak olursan, arkana bile bakma, çek git buradan. Ama unutma sakın burayı, gittiğin her yerde hatırla ve üzül. Çünkü burası büyük bir düğüm. Bu düğümü, ne ben çözeceğim ne de sizler. Çünkü o düğümü bu mahalleye sıkı sıkıya bağlamışlar. Bizim kaderimiz, öncesinden tayin edilmiş yapacağımız hiçbir şey yok Cengiz. Ama siz yine de çabaladınız değiştirmek için. Gökkuşağının altından geçemeyeceğini bile bile, altından geçmek için koşan güzel çocuklardınız, bu bataklığın içinde açmış güllerdiniz.”
Vedat abi susunca konuşmaya başladım. “Abi, ne biçim konuşuyorsun gitmek falan, nereye gideceksin?”
Vedat abi konuşmaya başladı tekrardan “Herkes bir gün gidecek Cengiz. Nereye olduğu pek mühim değil. Belki yarın belki de bugün ama herkes bir gün gidecek Cengiz. Doğanın kanunu bu. Önce annem gitti, ardından Ayten. Bir gün gelecek sizin sokaktaki neşeniz de terk edip gidecek buradan. Sonra da inşaat makineleri mahalleye girecek ve yıkacaklar işte tüm bu evleri. Sokak lambalarını bile söküp, bir başına öksüz bırakacaklar burayı. Artık benim miadım doldu, gidiyorum buradan. Bu kaçınılmaz bir son Cengiz, beni anlıyor musun? Bu kaçınılmaz bir son.”
Sonra çaydan bir yudum alıp, sigarasını yakıp derin bir nefes çekmişti. “Düzeltemeyiz biz hiçbir şeyi. Sürekli çabalayıp, yaralayıp, düşüp düşüp kalkarız her Eylül. Biliyorum çok üzülüyorsun Cengiz. İşte her şey bu kadar rasyonel ve kederli. Ne bir eksik ne bir fazla anlattıklarım. Hadi sende git artık saat geç olmadan hem ailen de merak etmiştir seni. Söylediklerimi de unutma! Bunlar, kulağına küpe olsun.” dedi Vedat abi.
Kapıda, uğurlarken sıkı sıkı sarılmıştı bana. Son konuşmalarımız da bunlardı. Yanından ayrıldığım zaman hemen evinin karşısındaki ağaca tırmanmıştım. Fazla zaman geçmeden, elinde bir valizle ayrılmıştı evden. Takip edebilirdim, etmedim. Çünkü o kaybolmak istemişti kendi hikâyesinde. Arkasından baktım sadece. Limandan ayrılan bir gemi misali el salladım, gemideki iyi kalpli güzel insana…
Yıllardır arkasından bir çok hikaye anlatıldı durdu, nereye gittiğine dair kimse hiçbir şey bilmiyordu. Kimisi ilk göz ağrısı imkansız aşkı Ayten ablanın yanına, Almanya’ya gittiğini söylüyordu. Kimisi ise yeni bir şehirde evlenip, çoluk çocuğa karıştığını söylüyordu. Bizse onu hayallerimizde, başka mahalleye başka çocukların masalına taşınmış bir süper kahraman olarak düşünüyorduk. Bizim masalımız bitmişti, buraya kadardı…
Onun gittiği günün akşamında ise, bizim çocuklar yan inşaattaki firmanın bayrağını yarıya indirmişti. Üstelik mahallede ne kadar futbol topu varsa dikenli tellere şut çekerek patlatmışlardı. Çünkü acı dediğimiz şey hareket etmedikçe üzerimizde birikecekti.
Takımın büyüğü olarak, almıştım elime düdüğü acı acı çalıyordum; bir iki… bir iki…
Fuat Can GEVRİ