Zamanın, şartların, ihtiyaçların, arzların, taleplerin, içinde bulunulan vaziyet her ne ise onların birbirinden ayırdığı, ayırmaktan da öte ayrı coğrafyalarda yaşama durumunda bıraktığı insanların zamana ve mekana şahitlikleri arasında fark vardır elbette.
Anadolu’nun kıraç bozkırlarından, yaşadığı sıkıntıları hayatını devam ettirdiği yerden göğüsleyemeyeceğini düşünen nice yağız delikanlı bin umutla, hayalle, taşı toprağı altın farz edilen İstanbul’a hatta daha ötelere gitmek durumunda kalmıştır. Bu durumun bir yanılgı olabileceğini anlama fırsatı bile vermeyecek yerlere. Hepsinin hikayelerinin başladığı bir yer vardır, hesapları kazançlar üzerinden yapılan.
Dede, gül mevsiminde, güller açmış asma çardağının gölgesinde, bülbüller eşliğinde, hasır yastığa yaslanmış, gül şurubu içilirken bekler oğlunu, torununu, gelinini. Kuş sesleri karışır beklemeye. Kavuşmanın heyecanı ak sakallar kaplamış yüzünde pembe güller açtırmış benzinin farkındadır. Yetmiş küsür yıldır böyle durumlarda yüzünün hangi renge bulandığını, kaşlarının hangi şekli aldığını, elindeki tesbihin dudağındaki cümlelerle ritminin uymadığını, sesinin on sekizlik delikanlı gibi titrediğini elbette bilmektedir. Olsun, bu heyecanı yaşamak yaşlı kalbine ağır gelse bile o her şeye hazırdır, razıdır. Misafirleri gelecektir.
Oğlunu, gelinini, torununu yılın belli günlerinde görmenin ağırlığı üstünden kalkmayan nine ise daldığı derin düşünceler içinde hamur teknesinin önünde Sarıbursa buğdayının tam unundan kardığı hamurla meşgul olmaktadır. Ne ağır duygudur ömrünün son demine geldiğini düşündüğü zamanları, ömrünün güzelliklerinden ayrı geçirmek. Gelin hizmeti, evlat sevgisi, torun muhabbeti olmadan .Sohbet etme ihtiyacının komşuların insafına terk edildiği bir ortamda. Oysa bildiği, yaşadığı ne varsa onları anlatarak yaşamak isterdi bu demi, her sabah derin bir sessizliğe uyanmak yerine.
Beklenen gün beklenenlerle birlikte gelir. Herkesin bir şekilde bildiği, tarife hacet olmayan malum merasim yaşanır. Sofra hazırlanır, bağdaş kurulur, oturulur. Mevcut şartlarda her daim olduğu üzere ikramın en güzeli hazırlanır sunulur. Oğul gelin yerler, dedenin gözü torununda. Torun yemez. Bir şeyler ister, dede bilmez anlamaz. Sofrada istediği yok ki, yemez. Memleket bildiğim memleket, sofra ecnebi sofrası değil, gönüller tümden Anadolu. Dedenin gözü kulağı torunda, ne istediğini anlamaya çalışır ama nafile. Soramaz da. Çocuk susmaz, söylediklerinin dedenin dilinde, zihninde, gönlünde karşılığı yoktur. O torununu sevme gayretinde.
Yemekten bir saat sonra güzelim memleketimin canı tez, kendi ez, işi tez insanlarının yetiştirdiği çaylar tavşan kanı kıvamını almış vaziyette, ince belli cam bardak ile -hoş, artık ince belli ile çay içilmiyor ya- çardak altına intikal eder. İlk yudumlarda duyulan hasret özlem sesinin güzelliğine, torunun kola isteyen yaygarası karışır. Dede kendinden emin, gülden emin torunuma gül şurubu getirin der. Şurup da soğuktur ve de renklidir nasıl olsa. Rengini, kokusunu, tadını gülden, ekşisini limon tuzundan, suyunu, bütün kış yağan karlardan beslenip bahar yağmurlarıyla coşan, bu gün yürekleri soğutan pınardan almış olan gül şurubu, ayarını ise mevsiminde gül toplayıp gül kokan yaşlı nineden almıştır. İçenin bir daha içmek için bir çok teşekkür cümlesi kurduğu gül şurubu bardağı çocuğun eline verilir. Bir yudumdan sonra çocuk yaygarasına arttırarak devam eder. Kola asidinin bozduğu damağı gül şurubu tadına elbette intibak edememiştir.
Susturulamayan çocuğa mecburen anası müdahale eder. Bir müddet sonra çocuk bir elinde kola, diğer elinde cips ile susmuş ve mutludur, çardağa intikal eder. Çardak da, çardaktakiler de şaşırırlar duruma. Ağızlarına bu tür ne varsa vurmamış olan gül kokulu ihtiyarlar, vasatın üstünde kilolu torunlarını, kola ile cipsi çökelekli dürüm gibi yerken görünce hayrete düşerler.
Geçmiş çökelekli dürümken gelecek kola ile cipstir. Ekin fesada uğrayınca nesil ne olacaktır?
idebiyat
Hüseyin AKBAŞ