S- Sayın Doktor acaba bugün Cezayir’deki Fransız sömürüsü yok olmuş mudur, olmamış mıdır?
C- Evet olmuştur.
S- Pekala, onlar şimdi nasıl bir sisteme göre davranmaktadırlar?
C- Onlar bir tür kendine geliş haline varmışlardır.
S- Acaba orada İslâmi bir sermayedarlık var mıdır?
C- İslâmi sermayedarlık diye bir şey anlamsızdır.
S- Herhalde onların bir felsefeye göre iş yapmaları gerekiyor.
C- Genellikle bu inkılapların hepsi, başarılı olduktan sonra, dünyadaki yönlerini yitiriyorlar. Bir tür kendine eğilme meydana çıkıyor. Üstelik bu da, geçmiş boyunca yıkılanları yapmaktan ibaret. Onlar için var olan zorluklar bizim için tasavvur edilebilir şeyler değildir. Onların yüz yüze geldikleri zorluklardan birisi, sömürünün onları bir “tek kültür” haline sokmasıdır. Çünkü sömürü, bütün dünyayı kendi tarlası saymaktadır. Bu yüzden de, bu mahsul her nerede daha iyi yetişirse oraya ekmiştir. Örneğin Kuzey Afrika’da, güneşin bol olduğunu toprağın da iyi olduğunu görünce, şarap üretmek için üzümünü dikmiştir. Bundan dolayı Kuzey Afrika’nın tamamı, Fransa’nın şarap üretimi ve Avrupa’ya ihraç için bir üzüm bağı haline gelmiştir. Çünkü hem tüketici vardı, hem de şarabı hepsinden daha iyiydi. Şimdi, alkol bile içmeyen bir Afrika toplumu kendine dönmüştür, bütün bu bağların ve tarlaların vebali kendi boynundadır. Bu bağların hepsini yok etmesi gerekmektedir. Bu şarap bağlarını yok edebilmesi, sonra toprağı yeniden boşaltıp kazması, tarımsal üretimine sıfırdan başlaması ve kendi iç ihtiyacını karşılayabilmek için “buğday” ekmesi ne kadar çok sermaye ve zaman harcamayı gerektirmektedir. Çünkü Fransız kendi dünyevi ihtiyacı için o bağı vücuda getirmişti, şimdi bu Afrikalı kendi iç ihtiyacına göre buğday ekmek istiyor, pamuk ekmek, arpa ekmek, kimyon ekmek, hasılı her şeyi ekmek istiyoruz. Bu tarımsal üretim sisteminin kendisinin, başka bir tarımsal üretim sistemine çevirilmesi için yıllarca zaman gerekmektedir. İşte o zaman ne yapacağına bakmaktadır. Biz bunu, bu şekilde görmezden gelip Afrika’nın, Asya’nın, Latin Amerika’nın meselelerine, dünya sömürüsü meselelerine mi yöneldim, yoksa kendi işimize mi? Bu, ikincisini seçmiştir. Elbette şimdi orada bulunan bu efendi, önceleri, Kuzey Afrikalı Müslüman Öğrenciler Kurulu’nun üyesiydi, onların kurucularından ve liderlerindendi, bu çizgiye geldikten sonra, işin ortalarında yani 1955-1960 yıllarında Fanon’un ve onun mektebinin etkisi altında kaldı. Bu durum dünya aydını için büyük bir ümitti: “Bumedyen Fanon’un etkisi altındadır”. Fanon yok olup, iç anlaşmazlıklar meydana gelince ve duruma kendisi hakim olunca, ayağım milliyetinin ve ülkesinin eteğine doladı. Yani evrensel mesajını, milli mesajıyla değiştirdi.
S- Bu ürün değişimi ve buna benzer meseleler kaç şekilde meydana gelebilirler? Örneğin sermaye koyuculuğu Cezayirliler eliyle olur mu?
C- Hayır onların sermayedarları yok.
S- O halde, belli ki bir felsefeye göre çalışıyorlar?
C- Evet, orada bütün büyük sermayeler millîleştirilmiştir, örneğin bu devrede, bir kaç yıl önce genel bir hamamı bile millileştirdiler. Orada tek bir banka bile yoktur.
S- Halk, niçin tek ortaklık akımı gibi akımlarda öğrencilere eşlik etmiyor?
C- Çünkü millet öğrencilerin ne dediğini, öğrenciler de milletin ne dediğini bilmiyorlar. O, bir sıkıntı yüzünden inliyor. Onun pazarda veya kaldırımda yürüyen bana kesinlikle meçhul olan gizli bir derdi var. Karşı taraf feryat edip haykırdığından, ona hak vermem mümkün. Fakat onunla o derdi paylaşmıyorum, çünkü derdinin ne olduğunu bilmiyorum.
S- İyi ama, Fransa’da neden böyle değil?
C- Çünkü orada ben onu tanıyorum. Orada öğrencinin halkla asla bir ihtilafı yok. Doğu ülkelerinde öğrencilerde bir burjuvazi çehresi var. Giyinişi bile tamamen belirli, halktan daha iyi, daha iyi süslenip püsleniyor. Oysa, Fransa’da bir otele girip “oda var mı?” dediğimizde hayır diyor. Hiçbir tane yok mu dediğimizde ise, hayır yalnızca tek bir öğrenci odamız var diyor!!
S- Acaba Meşhed’ten bir haber yok mu?
C- Hayır. Meşhed’ten İmam Rıza öldüğünden beri yeni bir haber yok!
S- Kisrevi’nin yaptığı iş hakkında bir açıklama yapar mısınız?
C- Evet. O, 1942-1946 yıllarında dinî meseleleri ortaya koydu. Oturduğumuz evde -örneğin bu yurtta- bir anda kütüphane tutuşur, ateş yayılır ve bu durumda eğer hepimiz oturur veya cemaatle namaza durursak, ya da kitap okuyup başka bir hüner yaparsak ihanet etmiş olmaz mıyız? Sözün coğrafyası tek bir söze uygundur. Herkes her ne söz söylerse söylesin, mutlak hakikat bile olsa yanlıştır.
S- Özür dilerim, bu manayla acaba diğer bütün işler yok oluyor mu?
C- Sakın ha! Yaptığı diğer işler de bu gözönüne alınarak bunun çizgisinde olmalıdır, eğer ona engel olursa yanlıştır. Örneğin İslâm’da cihad olduğunda oruç yoktur. Tebük savaşıydı (neredeydi bilmiyorum) peygamber sahabesinden bir kaçına kırbaç vurdu, Ramazan ayıydı ve hepsinin oruçlarını bozmaya izinleri vardı. Ama bunlardan bazıları biz orucumuzu bozmayız dediler. Biz iftar oluncaya kadar şuraya uzanacağız. İşte o zaman uyansınlar diye Peygamber (s), bunlardan bir kaçının ensesine kırbaç vurdu.
S- Ya namaz hakkında?
C- Savaş zamanı “korku namazı” vardı. Korku namazı şudur: Bir bölük cemaatle namaz kılar ve bir diğer bölük nöbet tutar. Sonra nöbet tutan bölük namaz kılar diğeri nöbet tutar. Buna korku namazı adı verilir ve savaş zamanına aittir. Bu da gösteriyor ki daha büyük bir ilke varken, küçük olan ilke nehyolunur veya onun çizgisinde bulunur ve ona engel olmaz. Eğer ona mani oluyorsa bu çıkarılır.
İmam Hüseyin, Hac merasiminde Mekke’ye girer. Bütün insanlar Kur’an’ın emri gereği, Kabe’nin etrafını tavaf ederler. İmam Hüseyin tavafın ortasında, tavafını bozar ve dışarı çıkar. Bu ne demektir? Yani eğer bir merasim engel olursa, eğer özel bir iş yapılması gereken yerde, başka bir iş yaparsak, yeptığımız diğer iş her ne kadar da doğru olsa, boş yeredir.
S- Sayın Doktor, buyurduğunuz insani ve zamanı coğrafyanın etkenleri insandır, toplumdur. Siyaset de var mıdır?
C- Hayır. Ben, sözün coğrafyası dedim. Bilimsel meselelerde her sözün bir mantığı vardır. Ya haktır, ya batıldır. Toplumsal meselelerde, sözün kendi mantığından başka, sözün coğrafyası, yani zamanı ve mekânı da önemlidir. Bazen doğru bir söz, özel bir zaman ve mekânda doğruyu getirir. Bundan dolayı sözün coğrafyasına bakmak gerekir. Tarih gösteriyor ki, bir dönemin ve bir toplumun çok ileri mekteplerini, özel bir başka dönemde başka bir topluma götürdüğümüzde, bu o toplumun yok olmasına ve çökmesine sebep olmuştur. Yani öyle çok mektepler vardır ki, örneğin 14. ve 15. y.y’da Avrupa’da çok büyük insani etkileri olmuştur, onların birliğine ve ilerlemesine sebep olmuştur. Ama aynı sözü, başka bir dönemde başka bir toplumda, o toplumu bölmek, ayırmak ve zillete düşürmek için kullandıklarını görmekteyiz. Oysa söz aynı sözdür.
S- Zamanın ve mekânın coğrafyası uygun değilmiş, bunu da söylediniz. Pekâla, şimdi coğrafyanın kendisini nasıl tanımlıyorsunuz?
C- Coğrafya bilimsel bakımdan değil, toplumsal bakımdan zaman ve mekânın şartlarından ibarettir.
S- Toplumsal bakımdan zamanın ve mekânın şartlan halkın siyasetini ve kültürünü de kapsamakta mıdır?
C- Evet. Bütün bu etkenler vardır. Bütün etkenler, birlikte özel şartlan hazırlarlar. Örneğin arzettiğim gibi Milliyetçilik, (Nasyonalizm) benim inandığım bir mekteptir, ama özel bir dönemde ve özel bir durumda. Milliyetçiliğin 14. ve 15.y.y’da Ortaçağın yokoluşuna, Avrupa’nın birleşmesine, güçlenmesine ve uygarlaşmasına sebep olduğunu görüyoruz. Aynı Milliyetçilik, 8. ve 9. y.y İslâm toplumlarının İslâmi birliğinde, İslâmın tefrikasına ve doğulu gücün parçalanmasına, Avrupa ülkelerinin İslâm ülkelerine tasallutuna sebep olmuştur. Yani o milliyetçilik, İslâm’ı, Avrupa’yı fethetmekte olan İslâm’ı parça parça yaptı, her parçasını bir lokma yapıp Avrupa’nın eline verdi. Bu filmde Arap Lawrence’in milliyetçilikle ne yaptığını gördük. Avrupa’dalVoltairler’in izlediği milliyetçiliğe doğuda Arap Lawrence’in taraftar olduğunu görüyoruz. Milliyetçilik sonuca ulaştıktan sonra, bu İngiliz’in (Lawrence’in) gelip milleti (nasyon) yediğini, sonra da çekip gittiğini gördük!! Öyleyse milliyetçiliğin nerede ortaya çıktığını görelim, ne için, kimin için, onu kimin ortaya çıkardığını görelim. Bizim milliyetçiliğin iyi veya kötü oluşuyla bir işimiz yok, sadece kim, nerede ve nasıl bunu çıkarıyor, ne için ortaya atıyor onu görmeliyiz. Öyleyse milliyetçilikle, milliyetçiliğin farkı, onu ortaya atan kişilerdedir, bunu ortaya atmaktan beklenen amaçlardadır, düşüncenin kendisinde değil. Milliyetçilik, daima doğru olan bir kanun gibi değildir ki. Ben, bize yapıcı ve genel bir bilgi vermesi için fikri ve ideolojik meselelerin ortaya konulması gerektiğine inanıyorum. Çünkü eğer olayları örnek olarak ortaya koyarsak, yüz tane olay da tanımış olsak, yüzbirinci olayı yeniden birinin bize anlatıp, tahlil etmesi gerekir.
S- Belki, hakkında konuşabileceğimiz yeterince önemli
bir olay vardır?
C- Elbette, ama önem kazanan her şey hakkında konuşmak mümkün olmuyor.
S- Ortaya koyduğunuz sözün coğrafyasını tanımak için önceden bilgi gerek. Bunc, n dolayı sahip olduğumuz eğitimsel ve toplumsal sistemi yani bugün var olan durumla, kendini tahsilli sayan bir kimsenin, sahip olduğu öncül araçlarla konumunu iyice algılayıp algılayamadığını nasıl teşhis edebileceği konusunda ne düşünüyorsunuz? Bunun yalnızca bizim ezberlediğimiz şeylerden oluşan bir takım söz ve çıkarımları yanlış tanımamız olduğunu düşünmüyor musunuz?
C- Evet. Aydınlığın risaletinin talihsizliği ve zorluğu da budur zaten. Eğer bu olmasaydı, biz oluştuğumuz şekilde, öğrendiğimiz ve kitap okuduğumuz şekilde, aynen böyle hakikate ulaşırdık. Madem ki buna ulaşamadık, karşımıza şu sıkıntı çıktı.
Hakikati nasıl algılayacağız o halde, nasıl anlayıp, nasıl tanıyacağız? Bizim için var olan mesele şudur. Biz, ne Avrupa’nın ilerici kitaplarını okumakla aydın olabiliriz ne de öğrendiğimiz kültürel, yönetsel ve idari bilgilerle. Pekâlâ, üçüncü yol nedir acaba? Üçüncü yol şudur: Ben öncs yolu kaybettiğimi hissetmeliyim, bildiğim şeye karşı inançsızlığımı hissetmeliyim. Ben de Descartes’e benzer bir şüphe oluşmalı, sonra toplumun üzerine düşünmeli ve öğrenmeliyim, yani sınıfı sosyalist toplumbilime veya 19. ve 20. y.y’ın toplumbilimine göre tanımlamak ve bizim bu sınıf tanımına göre kendi toplumsal sınıflarımızı tanımamız yerine, Avrupalı toplumbilimcilerin sözlerinin tercümanı olmak yerine; kendi toplumumuza karşı bilgili, görücü, uyanık ve araştırıcı olmalıyız. Daha sonra, kendimize ve toplumumuza, sıkıntılarımıza ve kendi çözüm yollarımıza olan bilgimizi daha iyi tanımak için, zenginleşelim, ide’-ler alalım. Avrupalı düşünürü kendimize bir sembol ve bir öğretmen olarak almak yerine, bizim dertlerimiz, toplumumuz, tarihimiz olan doğulu veya Afrikalı, Asyalı düşünürleri kendimize öğretmen veya ilham kaynağı sayalım. Ben aydın olarak, eğer Fransızca biliyorsam, Sartre yerine Fanon’u tanımalıyım, İngilizce biliyorsam, Bertrand Russell yerine Sunkur’u tanımalıyım.
S- Fakat burada başka bir güçlük daha var. Bu yöntemimizle ilerliyoruz, bir ihtiyaç hissettiğimiz zaman yani, ihtiyaç hissetmemiz gereken o sırada çok geç oluyar. Bu duygunun daha çabuk elde edilmesi için hangi önerileriniz ve çözüm yollarınız var?
C- Ben hiçbir zaman kısa zamanda sonuca ulaşmak için telaşlanmam. Yalnızca, sonuca ulaşma yolunu doğru seçememiş olmaktan ızdırap duyarım.
S- Bu doğru, ama ihtiyaç hissetmeyen kimse yola da düşmez.
C- Eğer ihtiyacını hissetmezse -ki asla bunu söz konusu bile etmez- gider golf oynar.
S- Bu da doğru, fakat ihtiyaç hissetmemesi, gerçekten ihtiyaç hissetmek istemiyor, demek değldir. Belki çevre onu hissedemeyeceği bir şekilde yetiştirmiştir.
C- Öyleyse o bir aydın değil, aydının üzerinde çalışabileceği bir hammaddedir. Yani aydın onu dertlendirecek, sıkıntıya sokacak, kendini bilen, düşünen ve çalışan biri olmaya zorlayacaktır. Biz, aydının nasıl kendi rayına oturacağı, yönünü nasıl seçeceği meselesinden söz ediyoruz. Bugün aydınlarımız bir dağınıklık, parçalanmışlık içinde-irler. Kendisinden ışık saçan bir pencereden başka -ki bu encere Avrupalı aydınların eserlerini çevirmektir- aydıncığa doğru hiç bir pencere görememektedirler. Üstelik bu tek pencere, yolun gitmediği taraftadır. O pencereyi kapatın demiyorum, o pencereyi kendi durumumuza benzeyen bir manzaraya doğru açalım diyorum. O pencere bize, Fransız Devrimi, Ekim Devrimi, Avrupa’nın sermayedarlığı, burjuvazisi ve proteletaryası, sol ve sağ partiler ve Avrupa merkezi hakkında bilgiler veriyor, oysa bunların hiçbirisi bizim için güvenilir bilgiler değil. Ama Fanon: “İnsani şahsiyetimize ve kendimize, aslımıza dönelim. Avrupa’nın oluşturamadığı insanı yaratalım, ne Amerika, ne de Avrupa’ya benzeyen üçüncü bir Afrika kuralım” dediğinde, bu söz benim için bir derstir. Yine o “köylülerin her yeni şeye karşı direnişleri bizim sandığımız gibi gerici etkenler değildir. Belki aydının da üzerine eğilmesi gereken sömürü karşıtı ilerici bir etkendir.” dediğinde, bu aydınımız için yeni bir eğitim, yeni bir derstir. Ama ben, Avrupalı aydını kendime ölçü olarak aldığım zaman, köylere gidip, bir köylünün benden kaçtığını, onu aydınlatmak istediğimde, onu tedavi etmek istediğimde kaçtığını görünce, bunlar gerici etkenlerdir, vahşilerdirler, insan görmemişler diyorum. Bu durumda benim halk yığınlarıyla olan temasımın türü, Fanon gibi, Sartre gibi düşünüyor olmama göre farklılık göstermektedir. S- Bu, köye hangi elbiseyle girmiş olmanıza bağlı. C- Ben de bunu söylemek istiyorum. Oraya şu elbiseyle git diye, Fanon söylemeli bunu bana. Eğer ben Sartre’-ın veya Marks’ın elbisesiyle gidersem, köylü kovar beni. Bu yüzden hangi aydına ve hangi düşünüre dayanmam gerektiğini iyi görmeliyim. Elbette onların bir taklitçisi olarak değil, sadece yöntemlerini almak suretiyle. Yani onun toplumunda nasıl çalıştığına, köhnemiş gelenekçi bir toplumu, doğulu veya Afrikalı bir gerici halkı nasıl, ilerlemeye yönelmiş, yapıcı bir bilgi uyanışına getirmiş, ona bakmalıyım. Yöntemi vardır ve ben o yöntemi kendi toplumuma uyguluyorum. Ama Batı’nın yöntemi, ilk yöntemde olsa, başarıya ulaşmış ve toplumunu sonuca ulaştırmış da olsa, benim için izlenebilecek, taklit edilecek bir yanı olamaz.
S- Siz, şu anda elde ettiğiniz şeylerin yani, sahip olduğunuz akide ve ideali, bu tür tahsillere, özellikle çocukluğunuz ve gençliğinizde elde ettiklerinize borçlu olduğunuza inanıyor musunuz?
C- Evet, pek çoğunu. Ama şunu kabul etmiyorum. Yani bu eğitimi gören herkesin benim düşüncelerime ulaşacağını kabul etmiyorum. Çünkü ben o zamandan beri bir takım dersler okudum. Oysa şimdi onların hepsi benim karşı safımdalar.
S- Aynı dersleri tekrarlasınlar, demek istemiyorum, fakat şu da var ki, şu an herkesin sahip olduğu özel yöntemi takip etmeleri ve aydın olarak çıkmalarının imkânı pek az. Örneğin dışarı giden kimselerin, geri döndüklerinde o düşünce ve varsayıma daha çok aşina olan birinin elde ettiği çıkarımlara sahip olmaları gerek.
C- Evet, hiç kuşkusuz. Benim şu an Allah’a şükrettiğim şeylerden birisi köy kökenli olmamdır. Bütün nimetler olumlu nimetler değildir, olumsuz nimetler de vardır. Şu “Tevhid-i Mufaddal” kitabı çok ilginç bir kitaptır, insan bu kitabı okusa, Allah’ın bir çok nimetlerini anlayabilir. Örneğin bir tanesi şu: Diyor ki; “var git Allah’a şükret, çünkü kulağın kolunun altında değil, eğer bir toplulukta oturduğunda birisi konuşuyor olsa, daima kolunun altına el atmak ve evet demek zorundasın. Ama kulağın şu an orada değil, bunu yapmaya ihtiyacın yok. Ya da şu; eğer burnun başının üstünde olsaydı ve birisi oraya bir parça biber dökseydi sen artık sümküremezdin.”
Elbette bu bir şakadır. Ama gerçekten toplumsal meselelerde bazen olumsuz meseleler, olumlu meselelerdir. Yani bazı şeylerin olmaması, olan şeyler gibi bir nimettir. Örneğin ben zengin olmayan bir ailede doğmuş olmaktan çok mutluyum, bir köy ailesinde doğduğum için mutluyum. Köyü benim tanıdığım kadar başka hiçbir toplumcu tanıyamaz. Ben köye ait toplumbilimi incelediğim ve beş kelime okuduğum zaman, on kelime de kafamda fazladan beliriyor, neden, çünkü köylüyüm. Ama köylü olmayan kimse için köy, soyut bir şekil olarak mevcuttur. Benimle felsefi bakımdan hemfikir olan, arkadaşlarımdan birisiyle sohbet ediyordum. Diyordu ki; ben senin hakkında asla bir karar veremiyorum. Çünkü senin söylediğin şu sözlerin hepsi benim için yeni ve ben bunlar iyidir veya kötüdür demiyorum. Yalnızca bir yargıya varıncaya kadar ne olacağını görmeyi bekliyorum. Senin ne olup bittiğiyle ne işin var, dedim. Sen şimdi dene, benim sözlerimle bir işin olmasın, sen en güzel toplumsal sözü kendin söyle. Ama birlikte bir camiye veya bir köye girdiğimizde -yada canın nereye istiyorsa- sen var yine bu sözü söyle, ben de gidip konuşayım. Hangimiz konuşabilirsek, onun yönteminin doğru olduğu belli olsun. Senin gidip konuşacak cesaretin var, ağzını açabiliyorsun. Ama ben oraya gidip bu sözü ortaya koyduğumda, herkes anlıyor, bütün köylü benim peşime düşüp köyün imamını da oradan kovuyorlar. Şimdi acaba bu niye böyle? Çünkü, ben köylüyüm, onun kültürünü tanıyorum. Dilini biliyorum, derdini de. O mollanın buraya nasıl nüfuz ettiğini biliyorum. Köylünün neden o mollanın peşinden gittiğini biliyorum. Bunların hepsinden haberim var. Ama sen bilmiyorsun. Sen güzel bir söz öğrenmişsin, ama bu çıngırağın kedinin boynuna nasıl takacağını bilmiyorsun. Çıngırağın bir değeri yok ama
Kedinin boynuna geçince değer kazanır. Sen bunu öğrenememişsin. Aydınların güzeller güzeli sözleri, ellerinin üstünde kalmış, ne yapacaklarım bilmiyorlar. Bu o aydının cebine atıyor, o bu aydının yakasına ve kimse anlamasın diye de “sembolik” konuşuyorlar!
idebiyat
Ali Şeriati