Yazları serin ve kurak, kışları soğuk ve ayaz; baharı ise sınıflardaki mevsim şeridinden ibaret bir iklimin haylaz mı haylaz çocuklarıydık. Muhtelif eğlenme biçimleri icat etmemizle hayatı detaylarıyla tanıma merakımızın depreşmesi yaklaşık aynı tarihlere denk gelir.
Tamamlanması uzun yılları bulan inşaat halindeki yapıların kıymetini en fazla biz bilirdik. Yazın tozdan, kışın soğuktan korunduğumuz inşaatları bir nesli bünyesinde barındıran önemli mabetler arasında sayabiliriz. Güzelliğin, iyiliğin, insanlığın, kardeşliğin hüküm sürdüğü bütün kıtalar mabetti vaktiyle. Denizler de buna dâhildi.
Kısa zamanda gündemimizi meşgul etmişti Haydar Emmi’nin üç katlı karkas binası. Buranın akla hayale gelmeyecek envai oyuna, eğlenceye ve dahi sevince ev sahipliği yapması Haydar Emmi’nin sevap defterinin kabarıklığını kaçınılmaz kılıyordu. Dedem “İnsanlığa hizmet edenin sırtı yere gelmez.” derdi hep. Öyleyse Haydar Emmi’yi hiçbir afet yıkamazdı. Çünkü bütün doğal afetler kötüleri cezalandırmak içindi. İyilik kazansındı.
Günlerden pazartesiyi kutluyorduk. Huzurluyduk. Üstelik yazdı. Kezik Hala’nın itinayla hazırlayıp elimize tutuşturduğu madımaklı dürümlerin suyu yere damlarken bile istişareden geri durmuyor, demokrasi kültürünü içselleştirebilmek için elimizden geleni yapıyorduk. Oy çokluğu ile saklambaçta karar kıldık. Sonraki oyunları sırası gelince oylayacaktık.
Tek başına çoğunluğun düşündüğü gibi düşünmediğini, saklambaçın yaşımıza uygun bir oyun olmadığını; topaltavuğun gelişimimize büyük katkılar sağlayacağını ifade eden biri vardı aramızda. Tabi onun istediği oldu.
Oktay, kısa boyuna rağmen topaltavukta uzmandı. Kaleden çıkıp tek ayak üstünde çekirge gibi öyle zıplardı ki bizim iki ayakla ulaşamadığımız mesafelere onun seke seke ulaşması çocuk oyuncağıydı.
Ebe oydu. Kale ikinci kattaydı. Hazır yirmiye kadar saymaya başlamışken fire vermeden üçüncü katın batıya bakan odasına doğru koşuştuk. Oktay’ın yumruklarına maruz kalmamak için odanın balkonuna gizlendik. Balkon Hülya Teyze’nin bahçeli evini kuşbakışı görüyordu. Yeşillikler içindeki yeşil boyalı ev tepeden daha da güzeldi. Böyle bir evde oturduğu için Hülya Teyze bence mahallemizin en şanslı insanıydı.
Oktay da şanslıydı bence. Ebe olmasına ses etmeyen arkadaşları vardı. Şimdi ikinci katı tarayıp kimseyi bulamayınca muhtemelen önce bir, sonra da üçüncü katta itinayla bizi arayacaktı. En son buraya geldiğinde de civcivler gibi sağa sola dağılıp yumruklarından kurtulmanın derdine düşecektik. Eli ağırdı evet, cüssesinden beklenmeyecek kadar ağırdı.
Çok uzaklardan gelen tek ayak üstünde zıplama sesine bakılırsa henüz ikinci katı bitirememiş olmalıydı. Yine güm gümlerin ritminden Oktay’ın hareketleriyle ilgili zihnimde resimler belirmeye başlamıştı bile. Çömeldiğimiz yerde sesimizi çıkarmadan nefes almayı becerebilmekle meşgulken ebenin en son bakacağı koordinatta bulunduğumuzu bilmek yüzümüzdeki tebessümün asıl nedeniydi. Ebe, Oktay olunca her türlü ince hesabı yapabilmeliydi insan. Hoş, bir b planımız yoktu doğrusu ama nefes almak güzeldi.
Murat, sol elinin ucuyla omzuma dokundu iki kere. Hülya Teyze’nin bahçeli evini işaret etti gözkapağının içinde kaybolmaya yüz tutmuş sağ gözüyle. Başımı çevirip baktığımda iyi niyetinden şüphe duyduğum, at hırsızı tipli bir adamın bahçede gizlenerek seri adımlarla eve girdiğini gördüm. Bunu balkondaki diğer arkadaşlarım da gördü, yemin ederim. Topaltavuk oyunundan kopmak üzereydi, gizlendikleri balkonda komplo teorileri üretmeye hazır birkaç güzel insan.
Kızıyla birlikte yaşayan Hülya Teyze’nin can güvenliği tehlikedeydi zahir. Hırsız olsa yine iyi, alacağını alıp yoluna giderdi. Gizlice eve süzülen tipi kayık o meçhul adam ya eli kanlı bir katilse… Şu günlerde moda haline gelen kadın cinayetlerinden sonra, gözümüzle gördüğümüz bu durum karşısında iyi niyetli bir tutum sergilememiz imkânsızdı. Kanaatimce durum çok ciddiydi. Murat “Elimiz, ayağımız bağlı böyle bekleyecek miyiz?” diye fısıldadı. Evet, gerçekten de bir şey yapmalıydık. Sonuçta Hülya Teyzemizdi.
“Soytarılar, hangi cehenneme kaçtınız yine.”
Oktay’ın birinci kattan gelen kısık sesi çalındı kulaklarımıza önce. Sonra evin avlusunda Hülya Teyze göründü. Rahat bir nefes almıştık doğrusu, Hülya Teyze’nin hâlâ hayatta olduğunu bilmek güzeldi. Kızının durumu nasıldı acaba? Fakat onun pek de öyle sevinçli bir hali yoktu. Bunu bize dik dik bakan sinirli gözlerinden anladım.
“Sizi gidi piç kuruları sizi, evimi gözetlemek neymiş gösteririm size.”
İçimin acıdığını hissettim birden. Hülya Teyzemiz topaltavuk oynamamızdan ötürü bize fena halde sinirlenmişti. Gürültüden rahatsızdı sanırım. Eline kaptığı bir sopayla bahçeyi uçarak geçip kaşla göz arasında, yurt bellediğimiz inşaatı homurdanarak kuşatmaya başlamıştı bile.
Kabahatimiz büyüktü. Ne yapacağımızı bilemedik doğrusu. Oktay’ın hışmına uğramayalım diye gizlendiğimiz yer aşikâr olmuştu artık ve Hülya Teyze muhtemelen inşaata ilk adımını atmak üzereydi. Yer bildirimini aleni yaptığımızdan dolayı takriben bir-iki dakikaya hesap sormak maksadıyla yanımıza damlardı. Elindeki sopaya bakılırsa mesele hesap sormaktan daha öteydi galiba.
Murat dâhil, yanımda bulunan isimlerini sayamayacağım beş arkadaşım bir çırpıda balkonu terk etmişlerdi. Ne olur ne olmaz, diye ben de ayaklanıp kaçmaya çalıştıysam da odada telaşla bir kaç tur atıp, tekrar balkona dönüp olduğum yere çöktüm. İkinci kata inip oradan inşaatın kumuna atlayarak bu dertten çabucak kurtulma fikri aklımdan geçse de panik haliyle yerimden kalkma cesaretini kendimde bulamadım.
Hülya Teyze, ağza alınmayacak küfürler savurarak merdivenleri çıkıyordu. Bulunduğum noktaya ne kadar yakın olduğunu sesinden kestirebiliyordum. Oyunumuza neden bu kadar tepki gösterdiğini korkuyla anlamaya çalışırken balkonda Oktay’ı gördüm. Aman Allah’ım, dedim.
Her şeyden habersiz aşağıda bizi ararken Hülya Teyze ile karşılaşmış, selam faslını transit geçerek kadının niyetini doğru anlamış ve bir hışımla yukarı doğru kaçmaya başlamıştı demek. Mevzuu çözene kadar aldığı muhtemel darbeleri anlatan fotoğraf gözümün önünde donup kaldı ve nedense gülünç geldi bana. Tebessüm ettim.
Yalnız olmayışım rahatlatmıştı aslında beni. Dayak yesek de ikiye bölünecekti artık. Çök yanıma diyemeden önemli bir gelişmenin tanığıydım artık. Hülya Teyze yanımızdaydı. Korkuyla irkildim. Hızını kontrol edemeyen Oktay’ın geniş paça pantolonu balkonun paslı demirlerine takıldı. Bir müddet öylece havada asılı kaldıktan sonra gözümün önünde, üçüncü kattan baş aşağı yere çakıldı.
Hülya Teyze de Oktay’ın düştüğünü gördü ama sesini çıkarmadı. Bana hiç dokunmadı. Şevki kaçmıştı sanırım. Arkasını döndü ve koşarak aşağı indi. Aklım aşağıda hareketsiz yatan Oktay’da kalmıştı. Hülya Teyze’nin peşinden hemen ben de aşağı indim.
Oktay yüz üstü yatıyordu. Tekti. Yanına yaklaşıp başını çevirdim. Saçlarının arasından sol yanağına doğru sızan kan moralimi alt üst etse de asıl Hülya Teyze’nin duyarsızlığı yıkmıştı beni. Ortalıkta görünmüyordu çünkü.
Bayılmıştır diye yüzüne okkalı bir tokat attım. Ayılmadı. Yüzü çok hissiz geldi bana. Bir kere daha vurdum, yine ayılmadı. Filmlerdeki gibi kalbine masaj yapmaya başladım. Ayılmadı. Ellerimin hissizlikle tanışmasıyla ürperdim birden. Yüzüne dokundum son kez ve bir daha dokunmaya cesaret edemedim.
Ağlamam gerekiyordu ama bir türlü ağlayamadım. Şokta mıydım neydim? Olay mahalline gelen insanların haddi hesabı yoktu. Herkes ağlıyordu doğrusu, bir ben ağlayamıyordum. Sırf bu yüzden ezik hissettim kendimi. Elimi yüzüme kapattım ve ağlar gibi yaptım. Hatta işi daha da ileri götürüp hıçkırmaya başladım. Halimi gören bir teyze yağmurlu gözlerle boynuma sarıldı. Öylece ağlaştık.
Kılıksız adamı o günden sonra hiç görmedim ama Hülya Teyze’nin evine gizlice girmeye çalışan başka başka adamlar gördüm. Sosyal bir kadındı Hülya Teyze. Hısım akrabası çoktu. Yedirmeyi içirmeyi severdi. Yaşasaydı Oktay’ın kayınvalidesi olacaktı.
acı. oyunda ağlayanın başı kel olur işte.