Klasik şiirimiz, yönümüzün batıya çevrildiği andan itibaren sürdürülen batılılaştırma çabalarına uzun süre direnmişti aslında. O muhataralı günlerde, yüzyılların birikimiyle meydana getirilen şiir geleneğimiz; batıcı entelijansiyanın toplu tahaccümü karşısında duraklamıştı evet, ama bu duraklama anında bile sayısız ürünler vermeyi başardı. Akabinde bir arkeoloji malzemesi hâline geldi, getirildi…
Merkezde yaşanan değişimlerin taşraya yayılması elbette zaman alacaktı. Öyle oldu nitekim. Merkezde batı şiiri form ve muhteva olarak yerleşmeye başlamış olduğu hâlde, taşrada geleneksel şiir bütün unsurlarıyla varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Yirminci asra gelindiğinde, pek çok taşra şairi hâlâ klasik şiirden yana tavır almaktaydılar.
İşte bu dönemde, Anadolu’nun tam ortasında, müretteb bir divan bırakan çok güçlü bir şair, sessiz sedasız göçtü gitti: Yozgatlı Mehmed Said Fennî. Esasında çok gür bir sesi vardı Fennî’nin ama ne yazık ki bir türlü bu sesi İstanbul’a ve dolayısıyla edebiyat dünyasına duyuramadı. Dr. Ali Şakir Ergin, yedinde bulunan tek nüshasını 1994’te Latin harfleriyle neşr etmese, muhtemelen hâlâ böyle bir şiir dehasından habersiz olacaktık.
Şairliğinin yanında iyi bir hattat da olan Fennî, kaynaklarda yer alan küçük bilgi kırıntılarından anlaşıldığına göre 1918’de vefat etmiş. Ne yazık ki bugün mezar yeri bile bilinmiyor. Ankara’da bir yere defnedilmiş ama bugün mezarın yerinde yeller esiyor. Bu durumu, tarihimiz ve tarihimizin önemli unsurları üzerinde yapılan insafsız tahribatların bir nümûnesi olarak kaydedip, şairin şiirine dönelim…
Geleneğin bir çok büyük şairi, “şâh-ı devrâna karîn” olmak, dolayısıyla şöhret kazanmak şansını bulmuşlardı ancak o çok istemesine rağmen payitahta gitmeye bile muvaffak olamadı.
Müyesser olmadı hâk-i Sıtanbûl’a ayak basmak
Karîn-i bendegân-ı şâh-ı devrân olmadık gitdik
beytini, bu talihsizliğin kendisini ne kadar müteessir ettiğinin nişânesi olarak, sonraki kuşaklara bir iç burukluğu hâlinde bıraktı.
Fennî İstanbul’la vuslat etseydi ne olurdu pekâlâ? Çok şey olurdu, bu kesin. En başta hikemî tarzın Nâbî’den sonraki en büyük üstâdı olarak tescil edilirdi. Çünkü Fennî’nin şiirleri, müstearının hakkını verecek ölçüde, geniş bir ilim ve irfan haznesinden gelen şiirlerdir. Bunun o kadar farkındadır ki, kendi eserleri ile ilgili olarak;
Zübdedir âsâr-ı kilk-i zî-fünûnum Fenniyâ
Şerh olunsa dürlü dürlü nükte vü îmâ çıkar
Yani, “Benim fenlere sahip olan kalemimin eserleri bir özettir. O özet şerh olunsa türlü türlü nükte ve imalar çıkar..”
Onun Nâbî-i sânî olarak vasfetmemiz, hemşehrîlik gayretimizin bir neticesi değildir. Hayati İnanç’tan dinlemiştim. Okuduğum yüzlercesi arasında beni çarpan üç divandan birisi Fennî divanıdır demişti. Hangi şiirini alsanız okuyanı hakikaten çarpan, bu kadar da olmaz dedirten birkaç beyitle muhakkak karşılaşıyorsunuz.
Şiiri üzerine söylenecek çok şey var Fennî’nin. Onda yüksek kıratta cevherler var. Bir kömür madeninde küçük bir elmas parçasının ışıl ışıl yanması gibi değil ama. Bir mücevherât dükkanında, her biri diğerinden göz alıcı, her birinin nuru diğerinin fevkinde olan sayısız elmasın bir arada bulunması gibi bir şey. Belki de dikkatleri celb edememesinin bir sebebi de bu. Hangisini alacaksınız, hangisini diğerine tercih edeceksiniz… Böyle bir şey Fennî divanı.
Daha şaşırtıcı olanı, bedâhette de dikkate değer bir mahareti var. Bugünkü ifadesiyle doğaçlama şiir söylemek yani. Aynanın karşısına geçtiğinde sakalındaki birkaç beyaz teli görünce bedahâten söylediği şu beyit ne kadar da sanatkarânedir:
Ben sanırdım ihtiyâr etdim diyâr-ı gurbeti
Bilmedim hayfâ ki gurbet ihtiyâr etmiş beni
Şiir kudretinin ölçüsünün ne olduğuna dair Beylikçi İzzet’in enfes bir makta’ beyti var:
Nev-zemîn söylesin İzzet yine bu hâme-i ter
Yoksa nazm-ı kuhen ezberde de defterde de var
Yani; ey şair, bu taze kalemin nev-zemin şiirler söylesin. Yoksa, eskileri defterde de ezberde de yeterince var. Demek oluyor ki, şairin gücünü gösteren hususlardan biri de şiirlerinin nev-zemin olmasıdır. Mazmunları ve özellikle de redifi daha evvel kullanılmamış olan şiirlere nev-zemin şiir deniyor malum.
Redif seçimini hafife almamak gerek. Yahya Kemal’e göre redifi belirlenen şiir yarı yarıya bitmiş demektir. Fennî, bu noktadan bakıldığında da çok güçlü bir şair olduğunu gösteriyor. Çünkü redif seçimindeki titizliği, yaratıcılığı, ciddiyeti çok sık göze çarpıyor.
Aşağıdaki matla beyti nev-zemin addedilecek şiirlerindendir:
Kâkülünden saçıyor sünbül-i sahrâ kokusu
Ruhlarından uçuyor gönce-i hamrâ kokusu
Redifinin yeni olması, söyleyişteki selâset bir yana, bu beyitteki imaj da kesinlikle yepyeni bir imajdır. Sevgilinin yanağını kızıl bir goncaya benzetmek elbette kadim benzetmelerden biridir ancak yanaktan bir kızıl gonca kokusunun uçuyor olması bambaşka bir şeydir ve yepyenidir. Sayısız örnekleri vardır bu gibi yeni imajların. Zaten kendisi de bunun farkındadır ve
Tâze mazmûnlar îcâd ediyorsun Fennî
Bu hüner sende mi ya kilk-i suhen-verde midir
ya da
Îcâd ediyor kilk-i terim tâze mezâmîn
Söz bulmada Fennî değilim sirkate muhtâc
gibi beyitlerle maharetini izhâr etmekten çekinmez.
Dîvânında yer almayan ama Fennî’ye ait olduğu mevsuk olan şu beyit de, onun hayal gücünün ne kadar yüksek olduğuna işaret eder:
Bî-nikâb u bâ-nikâb arz-ı cemâl eylerdi yâr
Geh hilâli bedr u geh bedri hilâl eylerdi yâr
Sevgili, yüzünde nikab varken de yokken de güzelliğini arz eder. Öyle ki, bazen hilali dolunay, bazen dolunayı hilal yapar. Mealen böyle. Ama bu beyitte bir başka fevkaladelik var. Nikab dediği, hanımların yüzlerini kapatmak için kullandıkları bir örtüdür malum. Ağıza denk gelen kısmında bir açıklık vardır. Hilale benzer bu kısım. Sevgili, nikabını örttüğünde yüzü bir hilale benzemektedir o yüzden. Nikabı kaldırdığında ise, bütün yüzü ortaya çıkar ve parlaklığı ile, güzelliği ile bir dolunayı andırır. Ayın on dördünü yani. Aşk olsun Fennî Efendi…
Esâsında her bir şiiri tek başına bir dosya konusu olacak kadar zengin olan
Fennî divanından seçtiğimiz bir şiirle iktifâ edelim. Aşağıdaki gazel, terk eden bir sevgilinin arkasından yanık bir yürekle yalvarmanın çok zarif bir nişanesidir:
Gitme ey rûh-ı revânım çünki ten bî-cân kalır
Hasretinle dîdeler giryân ciğer büryân kalır
(Ey capcanlı olan ruh, ey sevgili gitme. Çünki sen gidersen beden cansız kalır. Hasretinle gözler yaş dolar, ciğer yanar.)
Sen gidince bil ki koymaz hâlime sekrân-ı aşk
Muhtemel kim sırrımız fâş olmaga meydân kalır
(Sen gidince, bu aşkın sarhoşluğu beni kendi hâlime bırakmaz da, muhtemelen aramızdaki sır meydana çıkar.)
İltifâtınla gönül yap yıkma fırsat var iken
Bu güzellik sanma ey meh-rû sana her an kalır
(Ey ay yüzlü, bu güzellik devamlı kalacak değildir. O yüzden henüz fırsat varken gönüller yapmaya bak, yıkıcı olma.)
Kimden öğrenmiş gözün bilmem bu efsûnkârlıgı
Bû Ali Sînâ yanında tıfl-ı ebced-hân kalır
(Gözlerin sihir yapmayı kimden öğrenmiş? O kadar ki, Ebu Ali, İbn-i Sina bile gözlerinin sihri karşısında ebced okuyan, alfabeyi yeni öğrenen çocukları gibi kalırlar.)
İ’tiyâd eyler isen insâne insâniyyeti
Sen gidince nâmın âlemde yine insân kalır
(Eğer insanlara insanlık etmeyi alışkanlık hâline getirirsen, sen ölüp gittikten sonra adın iyi bir insan olarak anılır.)
Satma ikbâlinle ey zâlim gurûr u übbehet
Zulm ile ma’mûr olan kâşâne tez vîrân kalır
(Ey zalim, bu talihli oluşunla gururlanma, büyüklük taslama. Bilirsin ki zulüm ile yapılan köşkler tez zamanda yıkılır, viran olur.)
Ol mülâzım genç iken erbâb-ı hâlin bezmine
Pîr-i aşka uymayan Fennî gibi nâdân kalır
(Henüz yaşın genç iken hâl ehlinin meclisinde hizmet et. Aşk erbabına uymayanlar Fennî gibi kaba saba bir adam olur.)
idebiyat
Ali Tavşancıoğlu