B İ N D O K U Z Y Ü Z D O K S A N Ü Ç
Yılların saatte üç yüz altmış beş kilometre hızla geçtiği şu günlerde, olası bir ölüm vakıası gerçekten sürpriz bir gelişme olurdu benim için. Üstelik mavi gezegenin kahverengi ve çorak toprağına bu kadar kök salmışken. Düşünsenize; ölmüşüz ve bir avuç topluluk, bir avucu asla geçmeyecek miktarda gözyaşıyla karşımıza geçmiş “İyi bilirdik.” diyor hep bir ağızdan.
Bir ömrü birlikte yaşadığımız, bir ömrün hatırı sayılır bir bölümünü birlikte yaşadığımız, bir ömrün küçük bir bölümünü birlikte yaşadığımız ve bir ömür hiç görmediğimiz –görsek de aklımızda tutunamayan- insanlardan müteşekkil topluluk hep bir ağızdan “İyi bilirdik.” diyor. Arkamızdan yüzümüze karşı ikinci kez söylenen ürpertici olduğu kadar dramatik cümle karşısında duygulanmamak elde değil tabi. Üçüncü öldürücü darbe ise yine “İyi bilirdik.” cümlesiyle indirilir ki muhtemelen bu işin bir dönüşünün olmadığını anlarız artık. Haklar da helal edildikten sonra “sen sağ, ben selamet” cümlesinin hakkını vermeye gelir sıra.
Bütün organizasyon en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştür aslında. Müslüman olmamız hasebiyle cenaze namazını kıldıracak imamdan, mezar başında Kuran okuyacak hocalara; giysilerimin hangi dünyalı ferdin bedenini süsleyeceğinden akşam yemeğinde ne ikram edileceğine kadar atılacak bütün adımlar İslamî geleneklere göre önceden bir bir belirlenmiştir. Borçlarımın türü ve miktarı da unutulmamış, çarpma ve toplama ağırlıklı dört işlem çalışmalarından sonra kaç tane fakirin doyurulacağına da aşağı yukarı karar verilmiştir. Bu kadar harika bir organizasyona insan, ömründe bir kez tanıklık eder. İmkânı olan mutlaka ikinci kez ölmelidir.
Bu sıralar ölümle dirsek temasında oluşumun benle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü ölüm hissi içseldir ve birçok içsel meselenin insan beyniyle ilgisinin olmadığını çok iyi bilirim. Buna rağmen ne zaman içselleşmeye başlasam burnumu çekesim tutar. Burun akıntım, içselliğim karşısında çaresiz kalan hormonlarımın karşı konulamaz sevgili refleksi. Bahar aylarında –hatta yaz mevsiminin ilk aylarını da dâhil edebiliriz- polenlere karşı vücudumun ortaya koyduğu alerjik tepki. Hapşırma nöbetlerim. Bununla da beynin bir ilgisi olmayabilir. Ya ölüm gerçeği karşısında bedenin ilk tepkisi, ilk refleksi?
Bir keresinde, ölümü ensemde hissetmiştim aslında. Hiç unutmam bin dokuz yüz doksan üç yılının eylül ayını çekiyorduk tüm samimiyetimizle ciğerlerimize. Kendisine Güven diye hitap ettiğimiz arkadaşımıza – o isminin Âdem olduğunu ilkokul sıralarında öğrenmiştir – tarafımdan, sevgilinin okul çantasına ulaştırılması amacıyla zarfın içinde bir mektup emanet edilmişti.
Ülkemizde ilk internet denemelerinin yapıldığı ve cep telefonunun henüz ceplerimizde yerini almadığı güzel bir dünya zamanıydı o zamanlar. Ev telefonu bulunanların tamamının, kimseler konuşmasın diye evlerinin kapısını kilitler gibi telefonlarını kilitlediği, her türlü eşyanın dantelli örtülerle sarıp sarmalandığı, elektriklerin dahi bir haftalığına kesildiği ağır ilerleyen güzel zamanlardı.
Yeni model önden çekişliler bilmez, işte bu imkân ve şerait içinde insanoğlu ve kızları mektup denilen iletişim aracını en etkin biçimde kullanıyorlardı. Hatta abartıp bu işin cılkını çıkaranlar olsa da mektup, kara sevdaya tutulmuş genç ve ihtiyarlar tarafından daha çok duyguların en güzel şekilde ifade edildiği bir yazın türü olarak edebiyat tarihimizdeki hak ettiği yeri almıştır.
Bizim yazdığımız, edebi bir türü yaşatmaktan ziyade muhatabımıza karşı duyduğumuz alakanın kalem ve kağıt nezaretinde kelimelere dökülmesinden başka bir şey değildir. “Benzinliği önünde” buluşma önerisi haricinde içeriği tam olarak hatırlamamakla birlikte aşk serüvenim açısından “ilk mektup” olması hasebiyle konuyu önemsiyor, içeriği ise genel hatlarıyla tahmin ediyorum.
Güven; mektubun iletildiğine dair harikulade kışkırtıcı ve baş döndürücü haberi, yazları her gün, hiç es geçmeden uğradığımız hatta kendimize ortak bir yaşam alanı olarak belirlediğimiz göl kenarında vermişti bana. Hafif sırıtık, ciddi ve kendine güvenen bir edayla söylenen ve nedense bana hayli melodik gelen “Verilen görev itinayla yerine getirilmiştir.” şarkısının bitiminden hemen sonra şarkının döküldüğü ağızdan öpmek için bir hamle yaptıysam da içimdeki erkek çocuk buna hemen engel oldu.
O anda mutluluktan eli ayağı tutuşan bir kurbağa hayvanı ne yapardı bilmiyorum ama ben bir yaygarayla “Gölün karşısına yüzerek geçeyim mi la.” deyiverdim, mektubun muhatabının aşkıma karşılık verme ihtimaline kesin gözle bakıp. Ayrıca aşka karşılık verme ile gölün karşısına yüzerek geçme eylemi arasındaki bağlantıyı hâlâ çözebilmiş değilim inanın.
“Geçme, sakın ha…” gibi iyi niyet barındıran cümleler, “Boğulursun, sakın deneme…” türünden insanı kompleksle barışık yaşamaya mahkum etmeye yönelik cümlelerle birlikte “Haydi geç lan, geçmezsen adam değilsin…” gibi kışkırtıcı cümleler de kuruldu tabi; çok iyi hatırlıyorum. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan bir erkek orangutan ne düşünürdü bilmiyorum ama biz niyetimizi önceden belli ettiğimiz için bir adet teneke kolaya ömrümüzü bağlayıp ufak ufak kulaç atmaya başlamıştık bile. “Biz” derken “ben” yani.
Az gittim, uz gittim; dere, tepe düz gittim. Kıyıdan aziz kardeşim Serdar’ın otomatiğe bağlanmış “Abiii”si ile kadim dostum İsmail’in “Geri döönn”ü kulaklarımı okşayıp suyla bütünleşerek kayboluyordu ilkel dünyamda. Başka da kimsenin sesi ulaşmıyordu kulaklarıma. Erkekliğe kara sürdürmemek adına yüzdüm, yüzdüm, yüzdüm.
Göl, gölet denilebilecek kadar küçüktü aslında ama on altı yaşındaki bir ergen için gayet büyük denilebilirdi. Yolculuğumun umduğumdan daha uzun sürebileceğini acayip bir şekilde yorulduktan sonra anladım. Kulaç atmaktan kollarım kopmak üzereyken bacaklarımda da sallanacak derman kalmamıştı. Aksiliğe bakın. İşte böyle zamanlarda pozisyon değiştirip arka arka yüzmek sorunlara kısmî de olsa çözümler getirebilirdi. Dinlenmek için sırt üstü döndüğümde güneş tam gözüme düşüyor ve çoğu zaman gözümü kapatmak zorunda kalıyordum. Gözümü kapatınca da hayli gelişmiş hayal gücümün sayesinde hiç olmayacak kurgularla burun buruna geliyordum. Haydi, ahtapotun uzun kollarında can verme sendromunu izah ederiz bir şekilde de köpek balıklarının saldırısına uğramam fikrinin açıklanabilir bir tarafının olduğunu sanmıyorum.
Genellikle gözümü kapatmamı bekleyen korkularım, gözümü açıkken beni rahatsız edemiyordu. Tekrar yüzüstü döndüğümde Uğur Mumcu’nun hurdaya dönmüş arabası geliyordu gözümün önüne. Ben ölümle burun buruna gelmişken, hatta az sonra bu çamurlu tatlı suda can verecekken nasıl olmuştu da Mumcu’nun arabası düşmüştü aklıma. Sonra Eşref Bitlis… İkisi arasında ne gibi bir bağlantı vardı, bilmiyorum ama insanın galaksimizin en yırtıcı hayvanı olduğunu çok iyi biliyorum. İşte bu fikir yavaş yavaş büyüyerek beynimde hatırı sayılır bir yer kapladı.
Neden öldürürdü insan başka bir insanı. İnsanların başka insan topluluklarından kendilerini korumak için kaleler yaptıklarını, hendekler kazdıklarını, duvarlar ördüklerini çok iyi biliyordum. Katiller acaba hiç Dostoyevski okumamışlar mıydı, Raskolnikov’dan haberleri yok muydu? Bir tefecinin canına kasteden, sonra arkada iz bırakmamak için olayın sağır, dilsiz tek şahidini de öldüren Raskolnikov’un düştüğü vicdanî durumun yalnızca romanlarda olduğunu mu düşünüyorlardı? Vicdan bütün dinlerin en büyük öğretisi değil miydi? Biraz daha abartılırsa vicdanın tek başına bir din olduğu savunulamaz mıydı? Ve katiller bu dinin hangi tarafına düşerdi, bilmiyorum.
Evet, aylar önce gerçekleşen bu iki olay için çok üzülmüştüm. Mumcu’yu da tanımıyorum, Bitlis’i de aslında ama ölüm şekillerini biliyordum. Ölümün soğuk nefesi suyun ortasında bir başına yüzen insanları çok hassaslaştırıyordu. Acaba benim ölümüm de onlarınki gibi olsa daha mı onurlu olurdu diye düşünmekten de kendimi alamıyordum. Boğulan bir insanın verip de alamadığı nefes kadar çaresizdim. İdealler, hayaller, para ne kadar geçersiz ve gereksiz kavramlardı şimdi. Sırtımı döndüğümde korkularıma musallat olan köpek balıkları da boş gelmeye başlamıştı bir an. Göğüs kafesime baskı yapan bu akışkan sıvı; tökezleyen bedenimin üstündeki başın hayli soğuk terler dökmesinin, ağzımın kurumasının, boğazımın tıkanmasının tek sebebi değildi elbette.
Sanırım pes etmek üzereydim. Son bir hamleyle arkamı dönüp evcilleşmeye başlayan köpek balıklarımla kedi fare oyunu oynuyorduk artık. Bu oyundan sıkılınca da serbest sitilde yüzmeye devam ediyordum. Madımak’ta otuz üç bizim insanımızın hunharca yakılması ve yine Başbağlar’da otuz üç bizim insanımızın kurşuna dizilmesi Lamborghini’nin ölümünden daha önemsiz olamazdı Tanrım. Katleden bizden midir, katledilen bizden mi… Ve ölüm karşısında insanın ilk tepkisi…
Pes etmek, ne kadar çaresizlik barındıran bir kelime ve her insan ne kadar çaresizdir aslında. Ölürken ne düşünmüştü Abidin Dino? Ölümü resmetmeyi tasarlamış mıydı veya pes ederken resimler uçuşmamış mıydı zihninden, kim bilir. Sonra “Keşke benim dedem de öyle olsaydı” dediğim Hulusi Kentmen cennete girmiş miydi acaba?
Eğer kurtulursam annemi üzmeyeceğim Allah’ım, babamı üzmeyeceğim. Mahalledeki tüm arkadaşlarıma çok iyi davranacağım. Onları artık hiç kovalamayacağım. Hayatın kıymetini bileceğim, çok iyi bir insan olacağım. Hatta namaza da başlayabilirim Allah’ım. Sağ salim kıyıya ulaşırsam iki rekat şükür namazı kılmayı bile düşünüyorum aslında.
Nisan ayıydı. Zeki ağabeyimin düğünü oluyordu bizim evin duvarsız bahçesinde. Bahçeler ortaktı zaten, aşağı yukarı evler de… Ben o sıralar feci fotoğraflar çekerdim. O düğünün bütün fotoğrafları bakış açımın ürünüdür. Makinemi birine emanet etmiş olmalıyım ki Hakan’la halaya durmuşuz. Büyük ihtimal “Ağırlama” çekiyoruz. Halay çektiğim müstesna düğünlerden biriydi Zeki ağabeyimin düğünü.
Oldubitti kalabalıktan hoşlanmadığım, hiçbir halk oyununu bilmediğim ve bedenimi müziğin ritmine kaptıramadığım için çoğu zaman çuvallardım bu tür merasimlerde. Oysa küçük kardeşim Fatih şiir gibi oynayacaktır biraz daha büyüdüğünde. En büyük zevklerimdendir düğünlerde Fatihimizi seyretmek, bir ağabey olarak.
Sanırım böyle müstesna bir cumartesi günüydü. Orkestracı Necdet’in sazı sustu aniden. “Özal ölmüş” dediler. Severdik kendilerini, hatta sempatik de bulurduk ailecek. Bir memur çocuğu olarak Özal döneminde beş çift ayakkabımın olduğunu iyi bilirim. Ekonomiyi beş çift ayakkabıdan ibaret gördüğümüz yıllardı o yıllar. Özal ölmüştü, Demirel’e köşk görünmüştü. Orkestracı Necdet, kırk beş dakikalık uzun bir sigara molasından sonra sazını çalmaya, kalabalık halayını çekmeye, hayat devam etmeye başladı. Özal ölmüştü nasılsa, bir sene sonra amcazadem Zeki şehit düşecekti ve ben ölüyordum.
Ne kollarımda derman ne de ayaklarımda beni on beş santimetre ileriye taşıyacak güç kalmıştı. Hemen ters döndüm. Güneşten gözlerimi açamıyordum. Şimdi ne sekiz kollu dev ahtapot vardı zihnimde ne de Javs filminden kaçmış katil köpek balığı. Yavaş yavaş bitirmeliydim bu öyküyü çünkü başaramayacaktım. Annem ne kadar üzülürdü tabutumun başında. “Deli Oğlan, yine yapacağını yaptı” diye içinden geçirirdi sevgili babam? Ah ben ne bok yedim Allah’ım. Kararımı vermeliydim artık: Şimdi mi bırakmalıydım kendimi yoksa bir metre daha mı sıkmalıydım dişimi?
Saç diplerimden doğan ter, kaşlarımın ince uçlarını takip ederek gölün serin sularıyla kucaklaşıyordu. Ben her seferinde son nefesimi de verip yeni bir son nefes alma derdine düşüyordum. Son aldığım nefes bir sonrakini tetikledi hep, ama artık bu öykünün sonu gelmişti. Döndüm tekrar ve son kez okşadı göğsümü serin sular. Bu ağaçlar bu kadar yakın olamazdı bana. Aman Allah’ım, bu kavak ağaçları ne kadar yaklaşmıştı bana. Elimi uzatsam bayramdı. Tükürsem ölecektim. Uzattım tuttum birini, yapraklar elimde kaldı. Sonra bedenimi can havliyle öyle bir attım ki ileri, ağacın gövdesinde buldum kendimi. Tutundum öylece. Tutunakaldım.
Yıllar önce, henüz bu kadar büyümemişken, ergenlikten çok önce, yani amel defterime günahlarım yazılmazken teker teker; işlediğimiz o organize cinayet geldi aklıma birden. Hamile bir kediyi kovalıyorduk. Kedi ağaca çıktı. Ağaç yanıp kül olmadı. Kediyi insafsızca taşladık. Yere düşmemekte direniyordu. O direndikçe biz taşladık. Biz taşladıkça o düşmedi. İleri zekalımızın birinin aklına bir fikir geldi. Bu fikir doğrultusunda mahallenin azılı köpeği Tombul’u kedinin olası düşeceği noktaya getirdik. Kedi ağacın dalına tıpkı benim sarıldığım gibi sarılıyordu. Bir hamle yaptım yukarı doğru ve ayağımı da basacak bir dal buldum. Asılı değildim artık ama kedi asılı kalmıştı. Ağaca çıkıp kedinin tutunduğu dalı sallamaya başladık var gücümüzle. Kedi diğer dala tutunmak için hamle yaparken maalesef aşağı düştü. Keşke hiç düşmeseydi. İşte o an kedilerin dokuz canlı olduğu tezi çürümüştü gözlerimin önünde. Ben çok kötü bir insanım Allah’ım, bu iyiliği bana neden yaptın?
Bu gölün göl olmadan önceki halini de bilirim ben. Küçük bir dere akardı ağaçların arasından. O küçük dere tek başına buraları cennete çevirmişti. Yemyeşil bahçeler ve sık ağaçları ağırlayan küçük bir cennetti bir zamanlar burası. Ne zamanki sulama amaçlı küçük çaplı baraj yapım çalışmaları başladı, cennet sular altında kaldı. Geriye, gölün karşı kıyısına yakın yerlerde, büyük bir kısmı sulara gömülmüş, uç kısımları görünen kavak ağaçları kaldı. İşte o kavak ağaçlarından birinin üzerindeydim ve öyle sıkı sarılmıştım ki hiç ölmeyecekmiş gibiydim. Kollarıma derman gelmişti. Yüzümü öyle bir tebessüm kapladı ki halime gülmeye bile başladım, hem de kahkahalarla. Kahkahalarla gülmek ne güzeldi. Yaşamak ne güzeldi. Kedi de yaşasaydı keşke. Vicdan azabımı kalbimin en derinlerine öteleyip ağlanacak halime gülüyordum.
Kıyıya yirmi/yirmi beş metre kalmıştı ve kendimi yeni bir yüzme macerasına hazır hissetmiyordum. Biraz daha dinlenmeliydim kavak ağacının en üst dallarında. Epey kaldım orada. Ağaca tutunmuş halim, görenlere gülmekten mide krampları geçirtebilecek kadar mizahiydi. Gölün içinde birkaç kavak ağacı… Kavak ağaçlarının son çeyreği görünüyor uzaktan bakınca ve yakına gelince o dallara tutunmuş bir cisim… Gülmekten ölünür bu sahneye.
Uzun bir dinlenmeden sonra ağaçtaki yönümü belirleyip ufak bir hazırlıkla tekrardan atladım muhterem gülümün pek takva sularına. İşte o anda, hem de kulaç atarken ahtapot ve köpek balığı figürleri tekrar nüksetmeye başladı beynimde. Arkama hiç bakmadan öyle hızlı yüzdüm ki kıyıya geldiğimde penguenlerin denizden buz kütlesine bedenlerini fırlattığı gibi fırlattım anakaraya kendimi.
Kıyıda sırt üstü kaç dakika uzandığımı bilmiyorum. Bilmeme de gerek yoktu. Verdiğim sözlerin hiç birini hatırlayamadım Allah’ım; ama annemi üzmemekte kararlıyım.
Şimdi de karşı kıyıya geçmem gerekiyordu. Gölün diğer tarafında yapayalnız kalmıştım ama hayattaydım ve ayaklarım yere basıyordu. Ne büyük mutluluk gölün diğer tarafında, yapayalnız, hayatta kalmak ve hayattayken gölün çevresini yürüyerek kat edip hikayenin başladığı noktaya geri dönmek.
Ertesi gün bütün bu olanları unutmak zorundaydım. Çünkü benzinliğin önünde gerçekleşecek bir buluşma için olduğumdan daha iyi görünmeliydim. Aynanın karşısında ömrümde hiç süslenmediğim kadar süslendim, briyantinle saçlarımı parlattım. Biraz da kaşlarıma sürdüm. Ayakkabı olarak da çok özel günlerde giyinmek için sakladığım topuğundan uç tarafına doğru bir adet siyah çizgisi bulunan markalı, beyaz spor ayakkabımı tercih etmiştim.
Randevu vakti yaklaşınca özgüvenimi boynuma asıp yola çıktım. Buluşma noktasını tepeden görebilecek bir yeri kendime mekan olarak belirleyip avımın gelmesini beklemeye koyuldum.
Belli ki tarafımdan önerilen buluşma teklifi muhatabım tarafından önemli bulunmuştu. İstişare amacıyla bir grup insanın huzurunda okunan duygularım muhtemelen o topluğu gülmekten öldürmüştü. Yine de şahsımın ciddiye alınıp sevdiğim kızın erkek arkadaşının -sonradan öğrendim- geniş yetkilerle donatılıp temsilen benzinliğe gönderilmiş olması da büyük incelik doğrusu.
Eleman beni görmedi, ben ise buluşma noktasında kız değil de baştan ayağa bir erkek çocuğu görünce çok şaşırdım. Sahne benim hayal ettiğim gibi olaydı şaşırmaktan vazgeçmeyecektim tabi. Çünkü kalbim büyük buluşmanın gerçekleşebilmesine olanak tanımayacak kadar tecrübesiz bir bahardı. Büyük buluşma asla gerçekleşmeyecekti sanırım. Hiç gerçekleşmedi de zaten.
Bu beklenmedik durum karşısında bir komploya kurban gidebilirim düşüncesiyle çevreyi bir vakit daha süzdükten sonra “Bizim’çin ayrılık yoktur/ Ya sen ya ben ölmeyince” dizeleri eşliğinde şair olarak eve geri döndüm.
idebiyat
Ömer Faruk Ünalan
1993