Benim Büyük Amerikasızlığım

amerikansizliğim

Kendiyle yaşıt olduğunu tahmin ettiği, defaten boyanmış ve artık örneğine hiç rastlanmayan, her tıklanışta kırılacakmış gibi titreyen, buzlu camları incecik çivilerle tutturulmuş kapıyı belli belirsiz çaldı. İçeriden bir homurtu… Bu “gir” demek.

 

Girdi. Oturdu. Gözlüğünün altından “meşgul tonda” gözleriyle ekrandan kendini, ellerinden klavyeyi ayırmadan, başıyla selam verdi adam. Beyaz gömleğine sabah içtiği çaydan bir kaç damla damlatmıştı, gerçi umursamıyor gibiydi eşyayı ve hiçbir şeyi.

 

Birden Küçük Prens’ten bir sahne geliverdi kucağına oturdu kadının. Kadın sandalyeye, kucağında bir gülle oturdu (Gül, Küçük Prens’in).

 

Kadının yanında getirdiği ve içeri girmesine hiç aldırış etmediği koyun, muayene yatağına çıkmaya yarayan küçük tahta basamağın yanına kurulduğu halde, durumu tamamen es geçerek kadına sordu adam:

 

“Şikâyetiniz nedir?”

 

Kadın, sıranın kendisine gelmesinden en az koyunu, gülü, kendini ve eskimiş cam kapıyı umursamayan adam kadar kaygısız, konuşmaya başladı:

 

“Hiçbir şeyim yok doktor bey. Sadece intihar etmek için güçlü bir ilaç istiyorum. Ancak son sağlık reformlarından sonra öyle rastgele ilaç alamıyoruz maalesef. Reçeteye ihtiyacım var. Sanırım hükümetimiz, hiç kimsenin, bilgisi haricinde intihar etmesini istemiyor. Mümkünse bana ciddi bir uyku ilacı yahut onun gibi kuvvetli bir şey yazarsanız, ben intihar etmek istiyorum.”

 

“Hımm!” dedi doktor, gözlüklerinin üzerinden anlamaya çalışan bakışlarla kadını süzerek. İlk defa baktı kadına. Sonra koyunu fark etti, odaya yayılmaya başlayan kokusundan. En son gülü gördü. Sonra kadının ellerini gördü, sanki bir çiçeği değil dünyayı kırmadan tutmaya çalışıyordu. “Bir bakalım …” diyerek hemen ardında bulunan rafa uzandı oturduğu yerden.

 

En az iki tuğla kalınlığında kırmızı kaplı bir kitabı karıştırdı, karıştırdı, karıştırdı.

 

Uzun bir sessizlik… Sadece, kitabın ilk defa açılan bazı sayfalarının acemi hışırtıları.

 

Sonra birden bir şey fark etmişçesine başını merakla kitaptan kaldırıp yine gözlüklerinin üzerinden kadına bakarak:

 

“Peki, ama nedir şikâyetiniz?”

 

Kadın, şikâyetini anlatacak oldu. Tam bir şey söyleyecekti. İlk hece. Sadece bir ses. Daha çok yarım bir nefese benzeyen.

 

Gülü daha bir sıkı tuttu kadın. Oturduğu sandalyeye yeniden yerleşti. Anlatmak istiyor, ama…

 

“Dönmemeliydim.” dedi. “Şikâyetim bu. “

 

Anlıyorum, anlamında başını sallarken adam, yine “Yalnız küçük bir sorum daha var hanfendi” bakışıyla ve sağ elinin işaret parmağını hızlı hızlı sallayarak “Dönmemeliydiniz… Dönmemeliydim diyorsunuz. Nereden?”

 

“Amerika’dan”

“Amerika’dan?”

“Evet, Amerika’dan.”

“Amerika’dan hiç dönülür mü hanfendi, siz ne diyorsunuz öyle?”

 

Doktorun olanca asabiyetiyle beklenmedik bir şekilde köpürüvermesinden ürken koyun, arka ayaklarını kaydıra kaydıra, kucağında gül ile sakin bir şekilde oturan kadının oturduğu sandalyenin ayaklarına sığınıvermişti.

 

Kadın, sakin. Doktoru anlayan ve hak veren bakışlarla, “Evet, yaptık işte bi’ hata!” dercesine başını sallayıp duruyordu, kederli.

 

“Amerika’dan dönmüş! Bir de şikâyetçiyim diyor!” diye devam etti doktor, kendi kendine ve sakinleşmeye çalışarak hızla. Sinirden telaşla sigarasını arayan elleri, muayenehânenin duvarında yazan “Burada sigara içmenin cezası yılanla bir akşam yemeğidir!” yazısını görüp “lâ havle” çekerek sakinleşince, kadına tekrar döndü,” Sizi anlıyorum…” dedi.

 

Bir sırrı çözmüş gibi gülümseyerek devam etti, “Geri dönerken annenizin değişeceğini sanmıştınız, değil mi?”

 

Sessizlikte çoğalan bir ağlamak yürürken kadının gözlerine, doktor, fâş olmuş bir sırrın sükûnetiyle tane tane konuşarak devam etti:

 

“Değişmedi değil mi? Oysa sizi özlediğini zannetmiştiniz. Zannetmiştiniz ki sizi kaybedeceğini hissederse bir daha asla eskisi gibi…”

 

“Evet” dedi kadın, doktorun anlatacaklarına daha fazla tahammül edemeyerek. “Değişmedi.”

 

“Sadece bu kadar olamaz ama yeterli değil bu.” dedi doktor.

Birden “Durun bir dakika! Evet! Siz… Şimdi anladım tabii ya! Şems’i de öldürdüm sanmıştınız!”

 

Bundan sonrasını dillendirmeye doktorun bile mecâli kalmamıştı doğrusu. Bir müddet sustuktan sonra, sırf her şeyi bildiğini muhatabına bildirmenin keyfiyle konuşmasına devam etti:

 

“Harrisburg’da bir arka bahçeye gömdüğünüzü sanmıştınız onu. Öyle değil mi?”

 

Az önce biri onu öldürsün diye yalvaran yaralı bir hayvanın gözlerinden gelirken kadın, neyin intikamını aldığını bir türlü anlayamadığı, bilmiş bilmiş sırıtan doktorla göz göze geldi.

 

“Şems öldü!” dedi kadın. “Ve dahi hiç olmadı. Bunu her gün hatırlıyorum.”

Ellerinde tuttuğu güle baktı, yalan söylüyordu.

 

“Gerçek miydi peki?” dedi doktor, kadının yalan söylediğini bildiğini fark ettirerek.

“Belki bir ân…” dedi kadın. “Sadece bir ân. Fazlası değil.”

“Yani Şems de ölmedi.”

“…”

Muayenehanede uçuşan tozları, ağır çekimde bir tırpan gibi biçen sessizlik sonunda, bir türlü anlam veremeyerek iştahla sordu doktor:

 

“Amerika’da her şeyden milyon kilometre uzaktaydın. Bambaşka bir kıtaya gitmiştin. Dönmeyebilirdin. Yeniden başlayabilirdin; yeni bir insan, yeni bir hayat, yeni bir dünya… Kimse seni tanımazdı! Kimse yargılamazdı! Kimseye kendinden bahsetmeyebilirdin! Kimsenin senden en ufak bir şey daha almasına müsaade etmeyebilirdin! Neden, neden döndün…”

 

“Çünkü…” dedi kadın, bu kez manalı bir gülümsemeyi dudaklarına oturtarak:

 

“Gövdenin üzerinde kafanı, göğsünün içinde kalbini taşıdığın her yer aynı.”

 

Koyun, yavaşça saklandığı yerden çıkıp bir kedi gibi kadının ayaklarına sürtünmeye başladı. Kadın, kucağında gül olduğu halde, eğilip onu okşadı. Sonra durup gülü uzattı koyuna.

 

Koyun, bir nimet bulmuşçasına sonsuz bir hızla işleyen alt ve üst çenelerindeki minicik dişlerle bir kaç saniye içinde yedi gülün yapraklarını. Kadın, doktorun şaşkın bakışları altında koyunun başını okşamaya devam ederek gülümsedi:

 

“Çünkü insan hep evinde ölmek ister. Şimdi bana bir reçete yazın lütfen.”

 

Sinek avlanamayacak kadar sakin sağlık ocağının, sinek avlamaya bile üşenecek Aile Hekimi Ahmet K., bir yandan Facebook’a dün akşamki maçla ilgili birkaç gereksiz yorum yazarken bir yandan da kendine çok meşgulmüş havası vermekten epeyce yorgun, göz ucuyla merhaba dediği sıradaki hastasına bir kez daha sordu:

 

“Şikâyetiniz nedir ?”

 

Odaya girdiğinden beri donuk, bakışlarla doktora bakan kadın birden irkilerek, “Midem…” dedi.

 

“Çok ağrıyor.”

 

“Yanma? Ekşime? Ne zamandan beri? Daha önce kullandığınız bi’ ilaç?”

 

“Bir süredir Gaviskon kullanıyorum. Bitti. Bittiğinden beri yine ağrıyor. Aslında hiç kesilmiyor.”

 

“Bi’ Gastroentologa görünmenizde fayda var.”

 

“İnşallah gideceğim.”

 

“Ben bi’ reçete yazdım size. Buyurun.”

 

 

 

 

 idebiyat

 Zehrâ DENİZ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir yanıt yazın