Olympos Misios’ta Yunan zafer tanrısı Nike ve Didymalı Apollon, Truva Savaşı’nı izlemiş ve Homeros tarih kaydetmiştir. İşte bu öyküyü de sadece Apolyont Gölü yazmıştır.
“Apolyont gördü, duydu, bildi,
O bir gün gelecek,
Ekmek kırıntılarını kuşlar yiyecek.”
Göl, çocuğun elinden fırlattığı çakıl taşıyla hafifçe dalgalandı. Dallarını göğe açmış ihtiyar çınarın güneşin son huzmeleriyle rüzgârlarla raks eden yeni gövermiş yaprakları suya yansıdı o an. Bulanık sudaki nilüferlerin üzerinden iki kurbağa birbirinin peşi sıra suya daldı ve ılık rüzgârlarla salınan suyun altından tosbağaların hava kabarcıkları art arda yüzeye çıktı.
Gölgeler uzayana dek ihtiyar çınarın altında dinlenirken çoluk çocuk; çiçeklerde gün ışığında arılar, kelebekler ve kızböcekleri… Karanlık çökerken, uzakta bir balıkçı motorunun sesi; taş köprüde bir abdal, bir bilge, bir deli…
Boynunda iki tarafından telle asılı boş zeytinyağı tenekesi, elinde dut dalından bir tokmakla köyün delisi, taştan yapılmış evlerin arasında yarımadaya doğru etrafına bakınarak, kulakları tırmalarcasına çığırtkan bağırarak ve hacıyatmaz gibi dengede kalarak ilerliyordu.
“Apolyont gördü, duydu, bildi,
O bir gün gelecek,
Ekmek kırıntılarını kuşlar yiyecek.”
Akşam ezanı tüm sessizliği bozarcasına okunurken evlerde birer birer lambalar yandı. Gün geceye döndü, gece sessiz mehtaba… Yıldızlar cilveli göz kırpışlarıyla göle sevdalandı. İşte bu gök kubbenin altında kıyıdan bir balıkçı motoru hareket ettiğinde, köyün delisi, taş köprünün demir parmaklıklarına tutundu. O göle ve balıkçı kayığına; göl ona ve balıkçı kayığına bakıyordu. Balıkçı kayığı gölün ortasına doğru akıyordu. Deli, köprünün altından geçmekte olan kül rengi saçı sakalı karışmış kocamış ihtiyar balıkçının, iri yeşil gözleriyle bakıştı. Balıkçı üzerindeki ucubeleri andıran yedi yamalı ekose ceketiyle ve aba pantolonunun altındaki boz renkli çizmeleriyle dimdik ayaktaydı. Dengede bıraktığı mantardan kaşıntılı ayaklarının altındaysa kayık ve göl vardı.
Az sonra ak bir martı göğün üzerinde son seferini yaparak, kıyıdan uzaklaşmakta olan kayıkçının üzerinden aşarak, kanatlarını süze süze yarımadayı turladı ve tarihi kilisenin çatısına kondu. Kilisenin çan kulesinde öten peçeli baykuşun sesi, köyde taş evlerin duvarlarında yankı buldu. Kilise, köyün en yüksek tepesinden akşamın lal renginin düştüğü caminin bakır kubbelerine baktı. İç çekti, of çekti, ah çekti; bu esnada üzerinden çığlık çığlığa martılar geçti. Gökyüzü kuzeyden güneye Samanyolu ve yıldızlarla doldu. Ay büyürken, camiye akşam namazı için insanlar doluyordu, kiliseye gece için yarasalar. Minarede ezan sesi coşmuş, kilisede çan sesleri susmuştu. İkisi de insan eliyle yapılmış mabet, ikisi de beşer dilinde dua, ibadetti.
Apolyont’u, Osmanları, Orhanları görmüş ihtiyar çınar altındaki masaları toplayan yorgun ve argın garsonlara baktı. Gün boyu mahşeri andıran kalabalık çekilmiş, gün yine bitmiş, yitmiş, gitmişti. Artık serinliği fırsat bilen sivrisineklerin ve gece kuşlarının uçma vaktiydi.
Balıkçı her gece göle bakıp da ağlardı. Nail Bey’in öyküsüne dalardı. Köyde Nail Bey’in öyküsü herkeslerce bilinirdi, onun göl kıyısındaki taştan evi parmakla gösterilirdi. O Nail Bey ki yıllar önce İstanbul’a, boğazdaki yalılara küçük yaşta evlatlık verilen kız kardeşini; yıllar sonra askerlik dönüşünde çalışmak için gittiği şehri İstanbul’da göreceğini, seveceğini ve onunla evleneceğini nerden bilecekti? Zifaf öncesi Nahinde Gelin’in içinde garip bir histi bu ama yıllar sonra da olsa gelin geldiği bu küçük beldeyi anımsadığını, Nail Bey’in boncuk mavisi gözlerinin tam içine bakarak söyleyecekti. Bu nasıl kaderdir ki; Nahinde Gelin doğduğu eve bir de bahtsız gelin olarak mı gelecekti? İşte o akşam anlamıştı Nail Bey, sevdalığının, yangınının, karı diye nüfusuna, koynuna aldığının öz kardeşi olduğunu. Bu nasıl alınyazısıdır ki, gerdeğe giremeden Nail Bey ceketini alıp köyden gidecekti. O günden sonra Nail Bey köyde kayıptı, Nahinde Gelin dillerde hep ayıptı.
Alibey Adası’na giden yolda göçmen kuşların ve martıların dinlendiği küçük bir adacık, bir kayalık vardı. Apolyont’tan beri o adacığa Şeytan kayalıkları denirdi. Anneler uyutamadıkları çocuklarını önce bu adacıkla, sonra adacıkta dolaşan hasanabdallarla, tarangogularla, gulyabanilerle korkuturlardı. Köyde yaşayanlar bu küçük adada geçen, gerçek ya da uydurma garip öykülerle büyümüştü. Yıllar yılı ne balıkçı, ne adam, ne kadın, ne çocuk, Şeytan kayalıklarının yakınından geçti. Yolunu kaybeden balıkçılar sisli havalarda ancak bu adanın kuytusuna düşerlerdi. Adaya gelen bir daha buradan gidemezdi. Yakınından geçen bütün balıkçılar mutlaka taşlanırdı. Mıh gibi saplandığı yerde gün doğana kadar kalırdı. İlk horozların ötüşüyle, sabah ezanıyla ancak cinler, şeytanlar dağılırdı. Büyüye tutulanların düğümleri gölün üzerinden bir defa geçmekle çözülürdü. Adanın tılsımından ancak garipler ve bilgeler kurtulurdu. Adadan kurtulamayanların cesetleri günler sonra kıyıya vururdu.
Balıkçı, Şeytan Adası’na uzaktan baktı. Dümenini kırdı ve Alibey Adası’na doğru yol aldı. Bu gece gökte dolunay ve çakır yıldızlar, suda yakamoz vardı. İçinde tarifsiz bir şüphe: gölde Nail Bey’in öyküsünü başka bilenler de mi vardı?
Balıkçı her akşam bu adaya gelirdi. Nail Bey’in kaldığı eski şapelin yanındaki değirmeni bilirdi. Değirmen taştandı, tarih boyu sil baştandı. Kanatları rüzgârlarda döner, hava durgunsa sönerdi. Kaç zamandır bu adaya ne bir köylü ne bir kul gelmişti. Balıkçı kayığını çekti kıyıya, sazlıkların arasına. Yabani hayvanların geçtiği dar patikalardan yürüdü. Sağ kolunun altında bir somun ekmek taşıyordu, Nail Bey adada bir kuru ekmekle, işte böyle yaşıyordu. Balıkçı, değirmene her akşam vakti bir somun ekmek bırakırdı. Değirmene her akşam vakti bir ekmek bırakılırdı. Ekmeğin bırakıldığı yerde ya bir tilki, ya bir kuş ya da bir böcek olurdu.
“Değirmene her akşam bir ekmek giderdi.
Değirmende her akşam bir ekmek kalırdı.
Değirmende her akşam bir ekmek biterdi.”
Değirmen Nail Bey öldükten sonra vahşi hayvanların barınağı olmuştu, karanlık köşelerine gece kuşları, baykuşlar, yarasalar dolmuştu. Balıkçı ekmek bırakırken değirmene, yerde mutlaka ekmek kırıntıları bulurdu. Ekmek kırıntılarını bulduğu yerden, ya bir tilki, ya bir kurt gider ya da birkaç kuş havalanırdı.
Ya Nahinde Nine? Gölün kıyısındaki taş evlerin birinde buna yaşamak denirse kahır dolu yaşardı. Abisi Nail Bey’i, gittiği günden beri köşe bucak arardı. Pencere önleri camgüzelleri, ortancalar, sardunyalar, fesleğenler ve mavi çiçekli vapurdumanlarıyla doluydu. İşte çiçek kokulu bu pencerede Nahinde Nine yıllar yılı hep örgü örerdi. Köy kızlarının ak patiskadan kanaviçelerini bu pencere önünde tamamlamıştı. Bir de yaşanmamış saydığı kahır dolu ömrünü çürümüş pervazlarda. Nahinde Nine kayıkların bağlı olduğu sazlıklara ara sıra inerdi. Ayakları suya değince yıllar yılı içine düşmüş ateş bir nebze olsun sönerdi. İçinde durmadan küllerinden bir ateş tutuşur ve göl ateş rengine dönerdi.
Köyün delisi ara sıra evlerinin önüne kadar, gölün hemen dibine, sazlıkların arasına gelirdi. Ördüğü kazakların, çorapların rengini, desenini bilirdi. Türkü tuttursa o da tuttururdu. Sussa o da konuşmazdı. Elleri nasır, nasır, Gözleri gök göktü, kaşları öbek öbekti.
Nahinde Nine artık iyice kocamıştı. “Bir gün yine gel” dedi deliye her nasıl olduysa. “Yine gel buralara, seni gördüğüm kayıkların, sazlıkların arasına.” Deli sustu, bir şey demedi. Ne gelirim dedi ne de gelemem diye söylemedi. Delinin başında bit, yakınında bir it, aklı kıt olurdu; ne hal bilir ne de laftan anlardı. Deli diline doladıklarından başka hiç kelam bilir miydi? Dilinde hep aynı şiir, gün kavuşurken ardına bakmadan giderdi.
“Apolyont gördü, duydu, bildi,
O bir gün gelecek,
Ekmek kırıntılarını kuşlar yiyecek.”
O kış sert geçmişti, yoksulluktan, yoksunluktan insanların kemikleri birbirine geçmişti. Nahinde Nine her gün göle doğru bakar dururdu. Her gün de göle doğru bir kurt ulurdu. Gün bitimlerinde ağaçlarda kuru yapraklar gibi içindeki umutlar solardı. Biliyordu deliydi o, belki de bu sokaktan bir daha hiç geçmeyecekti. Derdini bostan korkuluğu misali hiç bilmeyecekti. Hele bir gelsindi, sarı ineğe taktığı mavi nazar boncuklarını bile ona verirdi. Mavi nazar boncuklarını ona verdiğini sarı ineğinin boynunu boş görenler bilirdi. Sarı ineğin boynunu boş görenler mavi nazar boncuklarını köyün delisine verdiğini düşünürdü.
Nahinde Nine, zemheri ayazına tutunamıyordu artık. Yüklü buğday tanesi gibiydi, bedeni hep öne eğik. Elleri kırış kırış, yüzü çizgi çizgiydi. Gözleri kime sorsa çukura kaçmıştı, işte bu yaşına kadar dünyaya gözlerinin çukura kaçtığı yerden bakmıştı. Taş evlerde bacalar birer birer sönüyordu. Her beşer ölümlüydü, nasıl olsa dünya üstünden gidiyordu. O kış Safiye’nin cenazesinde deli yine gelmişti. On yıl sonra bile olsa onu gözlerinden bilmişti. Deliden son bir arzuhali olacaktı, son arzusu gerçek olursa buralarda hiç durmayacaktı. Nahinde Nine bugün tozlu sandığından çıkardığı gelinliğini giymişti, belik ördüğü kır saçlarını açmış, ellerine kınalar yakmıştı.
“İşte giydim beyazlarımı, yine giydim gelinliğimi, ölümlüğümü. Götür beni gölün ortalarına deli, götür beni kardeşim de olsa aşkla tutulduğum sevdalımın yanına.”
Deli önce boş gözlerle baktı ona. Böyle gelin olur muydu? Böyle yaşlı gelin, böyle gözü yaşlı gelin daha önce hiç görmemişti.
Deli, ona deli denileli günden beri ilk kez konuştu:
“Beyazlar giymiş nefes, kara toprağın altında mı kalacaksın? Kardeşinin koynuna girip de lanetlenmiş kavimler gibi taş mı olacaksın?
“Lütfen efendim. Lütfen herkes deli derken deli bilmediğim. İşte nefsimizin ateşine yıllar önce engel olmuş gömleğim. Ne olur bir kayık sal suya, aşk bu ya, götür beni adaya. Mavi gölün aksinin yansıdığı gözlerine tutulduğum sevdalım, kardeşim de olsa hala aşkla yanar yüreğim. İşte bu gözyaşı şişesinde saklı, bu ateşini söndürmek için yıllarca acımla biriktirdiğim.”
Deli ona acıdı, bir kayık saldı suya. Sonra gözü yaşlı baktı kaldı aya. Ay tutulmaya başlamıştı. Göl kayığa yol verdi, yön verdi. Şeytan kayalıklarına kayık ne çabuk geliverdi. O an Şeytan kayalıklarının tılsıma tutuldular ne ileri ne geri. Oldukları yerde mıh gibi kaldılar, taşlandılar, ta ki gökte ay kurtuluncaya kadar. İki el silah sesi gelince köyden ay kurtuldu, sonra kayık ağır ağır yol buldu. İkisi de yorgun ve uykusuzdular, ikisi de şeytan bile olsa korkusuzdular.
Üstlerinde gün ağarırken Alibey Adası’na giden bir kayık gördüler. Sanki delinin her gün gördüğü sahnedeydiler. O kayıkta bir balıkçı adam, o adamda bir gizem, bir sır vardı. Kayığı çektiler sazlıkların arasına, balıkçığın kayığının hemen arkasına. Balıkçı onları henüz görmemişti. Koltuk altına sıkıştırdığı bir somun ekmekle değirmene doğru gidiyordu. Gidişine bakılırsa buraları iyi biliyordu.
Balıkçı gözlerine inanamadı geri dönerken. Her zaman gelip geçtiği patikada yüreğine aşk ateşi düşmüş bir gelin. Ya gelinin ardına gölge gibi düşmüş köyün delisine ne oluyordu? Şaşkındı balıkçı; gün kararırken şeytanlar gelin kılığına girerdi ancak.
Her zaman bu patikalardan vahşi hayvanlar mı geçecekti? Balıkçının ömrü vahşi hayvanların geçtiği patikalarda yürümekle mi geçecekti?
“Heyyyyy! Heyy yaşlı gelin, yaşını, başını almış gelin, gözü yaşlı gelin! Buralarda kuş uçmaz, buralardan kervan geçmez. Böyle alelacele nereye gidiyorsun?”
“Söyle bana balıkçı. O burada mı? Bir an bile olsa koynuma aldığım, sonra da kardeşim olduğunu anlayınca yatağımdan saldığım adam burada mı?”
“Demek sendin o gelin. Sende Züleyha sabrı mı var, yıllar yılı onu söyle nasıl bekledin? Nail Bey’i de aynı kader değil miydi yıllar önce damatlıklarıyla bu adaya düşüren. Gerdeğe girmeye hazır yeni damat telaşıyla yıllar yılı bekleten.”
“Söyle bana balıkçı. Dayanamıyorum, aşk acısı mı, kardeş acısı mı, yüreğimin sancısı mı, her ne dersen de, bil ki can evimden yanıyorum. Yıllar yılı gözü yaşlı onu arıyorum.”
“İnsan aradığıdır yabancı, kaderiniz ne acı! Sevdalın, o tepedeki alıç ağacının altında yatıyor, yüreği bıraktığı yerde hala atıyor. Bundan birkaç sene evvel her fani gibi o da ölmüştü. Ölmeden önce bir gün buraya geleceğini bilmişti. Umutla beklemişti. İşte bu yüzden yıllar yılı adaya her gün ekmek getirerek herkesi kandırdım. Bu öyküye kendimi zamanla inandırdım.”
“Yine o insanları kandırmaya devam et balıkçı. Bil ki yıllar yılı rüzgârların acı sesini dinledim, onu yangın yeri yüreğimden nasıl gizledin? Kayığını yine rüzgârlarla yarıştır balıkçı, beni aşk ateşiyle yanmaya alıştır. Al bu gözyaşı şişesini, gözyaşlarımı ya göle ya da kör bir kuyuya sal. Bundan böyle ölüm sana ya da bana gelene kadar, her gün bir somun ekmektir senden istediğim? Homeros ölümlü olsa da göl bilir, göl yazar bu öyküyü.
“Apolyont gördü, duydu, bildi,
O bir gün gelecek,
Ekmek kırıntılarını kuşlar yiyecek.”
idebiyat
Salim NİZAM