Sevgili Emin Avcı’ya teşekkürlerimle…
Herhangi bir ülkenin, siyah ve beyaz gibi herhangi rengindeki, herhangi bir çocuğu gibi sunmuştum karnemi babama. Tavrım; başı dik, göğsü önde bütün medeniyetlere örnek teşkil edecek cinstendi. Babamın gözlerindeki ışıltıyla güne başlamanın tarifi ise imkânsızdı.
Koskoca yarıyıl tatilinin sonuna gelmiştik. Dördüncü sınıftaysanız ve sınıf başkanlığı gibi üst düzey bir göreviniz varsa tatillerin ömrümüzden ışık hızıyla geçen sayılı zamanlar olduğunu daha iyi anlayabiliyorsunuz. İşte böyle zamanlarda vaktin ömrümüze lütfü müdür yoksa beynimizin haddinden fazla tekâmüle uğramasından mı bilinmez, sıra dışı düşünme kabiliyetleriyle donatıldığının farkına varıyor insan.
Soğuk rüzgâr kısacık saçlarımı vatan belleyip aklımı karıştırmaya azmetmişti. Mevsim iyilik kokuyordu oysa. Karnem iyiydi. Yapraklarından arınmış irili ufaklı ağaçlar da iyi sayılırdı.
İki hafta boyunca zihnimi meşgul eden ve içinden çıkamadığım garip sorularla şubatın rutubetli havası ilân-ı aşk etmişlerdi birbirlerine. İyi insan yetiştirmek fikrî âleme misafir olan bütün öğretilerin temel amacıyken insanların yarısının iyi, diğer yarısının ise kötü olmasını bir türlü idrak edemiyordum. Böyle bir evrensel eğitim düzeninde herkesin iyi olması gerekmez miydi? Ben mi yanlış noktadan bakıyordum felsefeye acaba. Ayrıca iyi ve kötü kavramlarının göreliliğine de katlanamıyordum. Bana göre iyi, başkasına göre nasıl kötü olabilirdi? Kime göre yaşamalıydım bana ait bir hayatı?
Pek hoşuma gitmesine rağmen notlarımın yüksekliğinin şahsiyetime bir katkısının olmadığı keşfettim. Beynimizin çalışma şekli ile his ve vicdanımız asgari farklı taraflarımızdı. Pek çok arkadaşımın derslerindeki başarı onları hırsızlıktan, kalp kırmaktan ve yalan söylemekten alıkoymuyordu örneğin.
Tek başıma okula kadar yürüdüğüm günlerde beynimin bu kadar kalabalık oluşuna şaşıyordum bazen. İç dünyamdaki alıcı kuşun daldan dala konmalarının düşüncemi beslediğine inanıyordum. Kelimelerle ayakkabılarımın altını kuşatmış çamurun birlikteliğine müdahil olan şuurum, her türlü gelgitin üstesinden gelebilecek güçteydi.
Sabahın görkemli sessizliğine gölge düşüren çocuk seslerine kucak açan uzunlu kısalı ara yollar, bahtiyarlığını ilan etmişti gözlerimin önünde. Çamurlu mevsimin ayakkabılarıma sirayet eden tatlı telaşı okul bahçesine adımımı atar atmaz yerini hafif şiddette heyecana bırakmıştı.
Habil’i gördüm ilkin. Hemen önümdeydi. Ağzından çıkan buhar yaşama belirtilerinden biriydi. Yeşil plastik çizmelerinin içinde şehrin bütün ağırlığını taşıyordu sanki. Eski gocuğunun kaba şapkasına sığınmıştı sırt çantası. Elinde karnesi, sobanın başında unuttuğu sıcak hayallerle ağır aksak okula doğru ilerliyordu.
Bir öğretmenin ağzından yükselip kulaklarımı yalayan “Çabuk olun, hadi çabuk, çabuk…” ile başlayan cümleler Habil’e lüzumundan fazla etki etmeli ki, aniden sol ayağı çizmeden dışarı fırlayıverdi. İki adım mesafeden kıvrak bir hareketle arkasından yakalayıverdim. Yere düşmesini engelledim ama ayağının okul bahçesinin çamuruyla hasret gidermesine rıza göstermek zorunda kaldım. Yanımızdan her geçen gülerek geride bıraktı bizi. Ben gülmedim onlar gibi, üstelik bu görünmez kazayı en az zararla atladığımız için içten içe sevindim. İyilik yapmanın verdiği gönül rahatlığı, midem civarından başlayıp tüm bedenimi ısıttı.
Geniş pantolonunun üzerine çektiği çorabın topuk kısmının inciğinin üstünde durmasını estetik bakımdan hiç hoş karşılamadım. Bunu belli etmeyip yüzüne tebessüm ederek baktım. Tek ayağının üzerinde karnesini uzattı bana. Yırtık çorabından çıkmış başparmağına baktı. Benim de baktığımı gördü. Utandı. Ani bir manevrayla çizmesini çamura batmış ayağına giyiverdi. Yüzüme bakmadı, bir teşekkür bile etmedi. Karneyi elimden alıp mahallenin bütün çocukları gibi sıraya girdi.
İkinci dönemin ilk dakikaları için son hazırlıklarımızı yapıyorduk. Her sınıf üçerli guruplar halinde sıralanmıştı. Sonradan gelenler sıraların en arkasında yer tutuyordu. Böyle durumlarda kendiliğinden gelişen mükemmel intizam başımı döndürüyordu.
Okul Müdürü, her zamanki ciddiyetiyle ip gibi sıralanmış öğrencilere birinci dönem ders çalışırken yaptıkları taktiksel hataları bir daha tekrarlamamaları gerektiğini anlatıyordu. Yeni dönemde, eskisinden fazla gayretle zayıfların kurtulabileceği müjdesini veriyordu. Bu kanaat birden toplum içinde ezilenler ve umut edenler diye iki zümrenin ortaya çıkmasına neden oldu.
Her dönemin başında aynı lafları bize farklı biçimlerde aktardığı için Müdür Bey’in konuşması his dünyamda hiçbir karşılık bulmadı doğrusu. Ben yine de söylenenlerden çok etkilenmiş gibi davranıyordum. En azından toplum içinde gözlerimin ışığı belli olsun istiyordum.
Sözün arasında işaret parmağını öne doğru uzatıp küçümseyici bir tavır takınarak ikinci dönem önlükleri yakasız olanları okula almayacağını kesin bir dille ifade ediyordu. Kimseye çaktırmadan siyah önlüğümün beyaz yakasını yokladım hızlı bir göz hareketiyle. Yakamın yerli yerinde olduğunu görünce içimi büyük bir huzur kapladı.
“Bazı yalancılar var aranızda, onları bilmediğimi sanmayın. Okulda bundan sonra yalana meyledenin defterini dürerim, haberiniz olsun. Yok, annem yıkadıydı; yok, yakam kaybolduydu gibi yalanlarla karşıma gelmeyin sakın. Bahane üretecek zaman değil çocuklar! Kılığımızla kıyafetimizle çevremize örnek olmamız gerekiyor…” gibi cümlelerle siyah önlüklerin vazgeçilmez aksesuarı beyaz yakaların önemini vurguluyor, buna binaen de yalan konuşmanın ne kadar kötü bir davranış olduğunu yineliyordu üzerine basarak.
Velilerimize imzalatıp on beş tatil boyunca evlerimizin başköşesinde misafir ettiğimiz karneler elimizde; Okul Müdürü’nün uyarılarıyla yoğruluyor, hayata daha hazır hale geliyorduk.
Konuşma bitimiyle birlikte İstiklâl Marşı’nı okumaya gelmişti sıra. Nedenini hiç düşünmedim ama “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak obe/nimilletimin…” en sevdiğim kısımdı. Burayı okurken nefesimizi iyi ayarlamamız gerekiyordu.
Müdür Bey’in kesin emrine binaen “Korkma” sesiyle milli marşımızı hep bir ağızdan bağıra bağıra okumaya başladık. Bazen küçük bir azınlıktan farklı sesler çıksa da farklılıkların zenginliğimiz olduğu bilincine vararak siyah önlük ve beyaz yakalarımızla nihayetinde hiç de fena okumamıştık İstiklal Marşı’nı.
Marşın bitimini beklemeden hemen kolumla birlikte işaret parmağımı kaldırıp ahenkle sağa sola sallamaya başladım. Kalabalık içerisinde elini ilk kaldıran kişi olmanın mutluluğunu yaşarken Okul Müdürü de el çabukluğuma karşılık verdi doğrusu. Eliyle “gel” anlamında beni işaret edince sevinç ve gururla yerimden fırlayıp, merdivenleri uçarak tırmanıp kürsüdeki mütevazı yerimi aldım. Şayet elimi kaldırmakta birkaç saniye gecikseydim o mutluluğu tadamayacaktım.
Biraz kibirli ve kendimden emin, karşımda duran öğrencilere dört basamak yukardan baktım. Hepsinin gözü bendeydi. Benimkiyse müdürde. İstifimi bozmadan bana verilecek talimatı harfiyen yerine getirmek için hazır halde bekliyordum. Bir baş işaretiyle Andımız’ı okutmaya hazırdım artık.
Müdür Bey merdivenlerden ağır adımlarla indikten sonra elleri arkada, yavaş yavaş sıradaki öğrencilerin arasında bir tur attı. Bütün kalabalığın, kimseye belli etmeden nefes alıyor olmaları hali biraz gülünç geldi bana. Elime ağzıma götürüp tebessüm ettim. O manzarayı derhal beynimden silmeliydim. Aksi halde gülme krizine girebilirdim. Başımı kaldırdığımda müdürle göz göze geldik. “Başla!” dedi.
Güldüğümü anlayacak diye ödüm patlasa da kendimi çabuk toparlayıp emrin gereğini yerine getirdim:
“Türküm!” dedim.
“Türküm!” dediler.
“Doğruyum!” dedim.
“Doğruyum!” dediler.
“Çalışkanım!” dedim.
“Çalışkanım!” dediler.
Aman Allah’ım! Kulaklarıma inanamıyordum. Ben mi yanlış duymuştum acaba. Zayıf olduğu kadar ciddi, kendinden emin olduğu kadar da çelimsiz bir ses, herkes “Çalışkanım” derken “Değilim!” diyebilme cüretini gösteriyordu. Törenimiz böyle bir sabotajı kaldırabilecek kadar hazır değildi. Taarruz emri veren olmadığına göre başımıza gelen bu hal de neyin nesiydi böyle.
Şaşkındık. Hatta mevcut şaşkınlığımızdan daha şaşkın görünüyorduk. O zayıf ses okul bahçesinde kulaklarına inanamayan bir sürü şaşkın insan bırakarak kaybolup gitti. Bu kusursuz şaşkınlığı bozmaya kimsenin gücü yetmezdi.
Müdür Bey’le göz göze geldik. Belli ki küplere binmişti. Önce “Kim o terbiyesiz herif?” falan diye hömerse de cevap alamayacağını kendisi de tahmin etti sanırım. Durumu fazla büyütmek istemedi. Kafasını sağa sola sallayıp birkaç kere tövbe istiğfar çektikten sonra tehditkâr bakışlarını bana dikti. Mimiklerinden baştan almam gerektiğini anlayabiliyordum. Başka da çarem yoktu galiba:
“Türküm!”
“Türküm!”
“Doğruyum!”
“Doğruyum!”
“Çalışkanım!”
“Çalışkanım!”
“Değilim!”
“…”
Komutanından emir bekleyen acemi asker gibi müdüre çevirdim başımı hemen. Gözlerini kısıp dikkatle sesin sahibini bulmaya çalışıyordu. Kafasını içine çekip kollarını iki tarafa açtı. Dedektif edasıyla öğrencilere doğru bir iki adım attı. Kalabalığa gözdağı veriyordu. Dişlerini sıktı. Kafasını birden sağa döndürdü, sonra da sola:
“Kimdi o ‘Değilim’ diyen geri zekâlı çocuk? Gelsin çabuk buraya!”
Hiç kimseden çıt çıkmadı. Gözümü Müdür Bey’in gözlerinden ayıramıyordum. Kontrollü bir biçimde nefes alıp vermeye başladım. Beklenmedik bir hareket yapsam sanki bütün resim ürkecek ve suç benim üzerime kalacakmış gibi geliyordu.
“Ulan benimle dalga mı geçiyorsunuz eşek sıpaları. O terbiyesiz herifi bulursam aha şuracıkta herkesin içinde ağzını burnunu kıracağım. Burada ilim irfan, öğretelim diyoruz; doğruluk, dürüstlük öğretelim diyoruz şu dingilin yediği boka bak. Kimse aranızdaki o hain derhal bana teslim edin. Aksi halde soğuğun altında bekletirim hepinizi, Eymir’in iti gibi titreyip durursunuz!”
Bu sözleri duyan suçlu, kesinlikle suçunu itiraf edemezdi. Ben olsam ben de itiraf etmezdim. Müdür Bey, geriye doğru iki adım attı. Yanında duran öğretmenimizin kulağına bir şey fısıldadı. Öğretmenimiz başıyla kendisine söyleneni tasdik etti. Yürüyüp sıranın en arkasına geçti.
Yine müdürle göz göze geldik. “Haydi bakalım, okut.” anlamında başıyla bana tekrar işaret verdi. Derhal istenileni yapmak için toparlandım. Sesim titredi:
“Türküm!”
“Türküm!”
“Doğruyum!”
“Doğruyum!”
“Çalışkanım!”
“Çalışkanım!”
“Çalışkan değilim!”
“…”
Okul Müdürü hışımla öğrencilerin içine daldı. Yarılan kalabalığın arasından Habil’i buldu. Ensesinden tutup geri geri çekerek kalabalıktan çıkardı. “Lan it oğlu it, komünist misin de sabahtan beri Andımız’ı sabote ediyorsun?” deyip rengi solmuş yanağına okkalı bir tokat attı. Habil’in ayakları yerden kesildi, elindeki karne yere düştü. Kendini çabucak toparlayıp metanet içerisinde tokat yemeden önceki haline döndü ama karne yerde kaldı. Eğilip alma fırsatı bulamadı.
“Sen nasıl bir adamsın oğlum? Söyle sen nasıl bir adamsın. Sabahtan beri iyilikten, güzellikten, doğruluktan, dürüstlükten bahsediyorum. Hiç mi hissene düşeni almadın, hiç mi helal süt emmedin şerefsiz!”
Habil başı önde, sağ yanağında beliren parmak izleriyle ancak susmayı becerebiliyordu. Konuşacağa da benzemiyordu. Müdür öfkesini bastıramayıp sol yanağına da vurdu. İşi ilerletip sağlı sollu bir iki tokat daha aşk etti. Her defasında Habil’in ayakları yerden kesiliyordu. Önümde olup bitenleri dizlerim titreyerek izliyordum. Herkes soğuktan donmuş da sadece iki kişi canlı kalmıştı sanki. Hiç kimse Müdür Bey’in elinden Habil’i almak için teşebbüste bulunmadı. Çünkü o suçluydu. Müdür, öfkesini son damlasına kadar kustuktan sonra onu ittirdi:
“Şimdi defol git okulumdan ve çağır babanı, derhal buraya gelsin. Seni şutlayım da görsün millet. İbret-i âlem için yapacağım bunu.” Öğretmenimize döndü. “Görüyor musun hocam? Kuru soğana muhtaçlar ama eşkıyalıktan taviz hiç vermiyorlar.” Öğretmenimiz başıyla söylenenleri onayladı.
Habil’in gözyaşları sel olup akmak için sabırsızlanıyordu. Başını yerden kaldırmadı. Ayakları, çamura yapışan yeşil çizmelerle yürümede zorlanıyordu. “Emir demiri keser.” idi. Çünkü bir B planı yoktu Habil’in. Dayaktan kızıla çalan yanaklarında zuhur eden kaderini de yanına alıp okuldan uzaklaştı. Herkes onun arkasından bir müddet “hazır ol” vaziyetinde baktı. Habil’e acımamıştım doğrusu. Çünkü affedilmesi imkânsız bir suç işlemişti. Dayağı fazlasıyla hak etmişti. Hiç devletle dalga geçilir miydi? Müdür Bey’in şiddetin dozunu birazcık kaçırdığına kanaat getirsem de sonuçta haksız olan Habil’di.
Cezasının bir kısmını yediği dayakla çeken bir kısmını da sırtına yükleyen Habil onca bakışın arasında gözden kayboldu. Gözüm, yerde yapayalnız kalan karneye takıldı. Dört basamak birden inip karneyi aldım. Dışına birazcık çamur bulaşmıştı ama içinde kirlenme alâmeti yoktu.
Gözüme ilk çarpan Türkçe, Hayat Bilgisi, Matematik ve Fen Bilgisi derslerinin zayıf olduğuydu. “Hepten geri zekâlıymış!” diye düşündüm. Bu tembelliğiyle Habil’den erdemli davranışlar beklemek yanlış olurdu tabi. Çalışkan insanlar aynı zamanda doğru, dürüst insanlardır, diye düşündüm. Yanılıyor olamazdım. Sol taraftaki notlarının tamamı zayıftı sanırım. Diğer notlarını görme fırsatı bulamadan müdür karneyi elimden çekip aldı. Hiç itiraz etmedim.
Bir yandan göz ucuyla karneyi incelerken bir yandan da sırtını duvara dayamış öğretmenleri kolluyordu. Yüzünde öfkeden eser kalmamıştı. Pişmanlıkla rahatsızlık arasında bocalayan bir ifade vardı gözlerinde. Anlayamadığım bir nedenden ötürü hala öfkesinden kuduruyormuş gibi davranarak karneyi paramparça etti. Çamurun içine atıp ayaklarıyla bir güzel çiğnedi. Sonra bana dönerek Andımız’ı tekrar okutmamı istedi. Hiç tereddüt etmeden derhal emri yerine getirdim:
Türküm
Doğruyum
Çalışkanım
Yasam
Küçüklerimi korumak
Büyüklerimi saymak
Yurdumu
Milletimi
Canımdan çok sevmektir
Varlığım
Türk varlığına armağan olsun.
Ey bugünümüzü sağlayan ulu Atatürk
Açtığın yolda
Kurduğun ülküde
Gösterdiğin amaçta
Hiç durmadan yürüyeceğime
Ant içerim.
Ne mutlu Türküm diyene!
idebiyat
Ömer Faruk Ünalan