Atlar insanlara benzer çok bakımdan. Sevilmek, vefa, kıymetli olunmak gibi muhteşem beklentileri vardır örneğin. Uyanık bir maceracının hiç kimsenin düşünmediği gibi düşünmeyi akıl edip onlardan birini evcilleştirmesiyle başlar yeryüzündeki maceramız.
Atın evcilleştirildiğinin tüm dünya tarafından öğrenilmesi belki de ilk defa ecdadın Çin’e yaptığı akınlarladır. Düşünsenize; atın sırtını yurt edinmeyi başarmış bir grup sıkı dost, Çin’e akın düzenliyorlar. At sırtındaki çılgınların şiir gibi manevralarına tanık olan Çinli dostlarımız gördükleri manzara karşısında dehşete kapılmıştır kesin. Hep mizahi gelmiştir bu durum bana.
“At” motifi, Türk edebiyatında en fazla kullanılan motiflerden biridir. Hatta Türk destanlarında bozkurttan sonra en çok kullanılan motiftir. Tanzimat’la birlikte Batı’yı taklit etme hastalığı uzun yıllar damarlarımızda varlığını sürdürse de Milli Edebiyat’la yüzeysel bir öze dönüş yaşanmış Anadolu ve Anadolu insanı edebiyatımıza girmeye başarmıştır.
Özellikle 1950’li, 60’lı ve 70’li yıllar köyle birlikte atın da sıkça edebiyatımızda görüldüğü yıllardır. Bahsi geçen yaklaşık yirmi beş yıllık zaman dilimi Türk romanında köy modasının da yaygınlaştığı yıllardır aslında.
Reşat Enis köydeki sınıf kavgasını ele alıp köy edebiyatının kurucusu sayılsa da yeni rejimin Türk köylüsüne tepeden bakışı hep Yaban’la anılmıştır. Oysa Yaban’ın hem tezli bir roman oluşu hem hâkim sınıfın siparişiyle yazılması ve fazlaca ideolojik yönlerinin bulunması onu köylü romanı olma özelliğinden alıkoyar bence. Yaban gibi ideolojik temelleri bulunan bu dönem romanlarının birçoğu gerçekçi bir biçimde köy hayatını anlatmak yerine tezlerini şırıngılama derdine düşmüştür.
Fakir Baykurt, Yaşar Kemal gibi toplumcu gerçekçi yazarlar da köy meselelerine ideolojik yaklaşmaktan geri durmamışlardır. Oysa Abbas Sayar, romanlarında köyü ve köylüyü gerçekçi bir biçimde dile getirmiş nadir romancılardandır. Köyün genel geçmez hakim “Böyle gelmiş, böyle gider.” zihniyetini dile getirişini sistemle ilgili saysak bile olaylara asla ideolojik bir biçimde yaklaşmayışını, köy ve köylüyü diğer birçok romancının yaptığı gibi klişe sözlerle betimlememiş olmasını bizzat o atmosferde nefes almasına bağlayabiliriz. Azımsanmayacak kadar büyük bir yazar kitlesinin köyde hiç yaşamadığı halde köy edebiyatına soyunmuşluğunu göz ardı etmezsek Sayar’ın başarısını daha iyi anlayabiliriz.
“Duyduk rüzgâr efendi duyduk. Kış geliyor diyorsun. Hoş geldi, sefalar getirdi. Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi? Sen öyle delicoş esip durma. İşleme fakirin ciğerine. Harmanda isteriz, nazlı geline dönersin. Duyduk, işte kış geliyor. Sen söylemeden ağaçlar söyledi onu. Baksana dere boyundaki kavaklara, bir uçlarında kaldı yaprak. Sen bilir misin ne der o yapraklar. Kış geliyor der. Hem de zorlusundan. Allah Teala bilir gayrik karın kalkmasını. Mart mı der, nisan mı der? Sen ecik yavaş gel insanın üstüne. Üşüdük işte, donduk işte. Hal kalmadı çift demirini sökmeye.” Üssüğün İbrahim’in sözleriyle köye inen ruhumuz romanın sonuna kadar köy ikliminden çıkamaz, çıkmak da istemez doğrusu. Çünkü içtenlikte karşı konulamaz bir cazibe vardır. Bunu başarmak Türk Edebiyatında ne Fakir Baykurt’a ne Yakup Kadri’ye ne Nabizade Nazım’a nasip olmuştur. Abbas Sayar köyün tozunu yutmuş ömrü Yozgat’ta geçmiş bir İç Anadolu insanı olarak ağız’ına hâkim bir romancının yaptığını yapar ve yaşadıklarını gerçekçi bir şekilde kurgulayarak anlatır. Başarısının en büyük nedeni tam da budur bence.
Köylü hakkındaki düşüncelerini kahramanlarının ağzından ifade etmeyi iyi beceren Sayar, fukaralığın ne zalim bir iklim olduğunu Üssün İbrahim’in ağzından çarpıcı bir biçimde okuyucuyla paylaşır: “Gözü kör olsun yokluğun. Yokluk bel kırar, adamı insanlıktan cüda eder… Allah beni kurtardı, cümlesini kurtarsın. Emme şu bizim köylüyü kurtarmasın. Bunlar nimet azgını, bunlar gavur. Gavurdan da kötü. Allah bunları açlıkla terbiye etsin. Çarıkları ayaklarını sıksın, tabanları yarık yarık olsun… Kömsen, solucan olup toprağın altına girerler. Bulmadan geri çıkmazlar. Şunlara mı acıyacaksın? Sen Cenab-ı Rabbülalemin’den daha mı iyi bileceksin…” Kahramanımızın köylülerle ilgili düşüncesi muhtemelen yazarın da düşüncesidir.
İsmet Özel’in Akla Karşı Tezler şiirindeki “Köylüleri niçin öldürmeliyiz?/Bu sorunun karşılığını bulamıyorum / içinden çıkılmaz bir olay, ama önemsiz / köylüleri öldürmesek de olur /hatta onların kalın suratlarını görmezlikten gelebiliriz/ yapılacak çok şey var daha” dizeleri gibi köylünün önemsizliği vurgulanır aslında romanda. Ama bu önemsizlik Yaban’daki ideolojik durumdan farklıdır. Yaban’da tamamen sistemi desteklemeye yönelik düşünceler sevdirilmeye çalışılırken, sistem karşıtı köylü adeta lanetlenir. Oysa Sayar, köylüyü eleştirirken bunun karşısına sistemi koymaz. Aksine düşünceler asla köyün dışına çıkmaz.
Yazar baştan sona kadar köylünün birbirinden memnuniyetsizliği üzerinde de durmuştur romanda. Hatta Hıdır Emmi’nin kısrağı ölmek üzere iken ahırına almasını, ona bakıp sağlığına kavuşturma çabasını dahi gösteriş tutkusuna bağlamıştır. Hıdır Emmi’nin iç dünyasına ilahi bakışla inen yazar onun yaptığı iyiliğin sebebini “desinler”le açıklar; Allah rızasından daha önce, arkasından “İnsaniyet böyle olur.” dedirtme çabasını yineler. Hıdır Emmi’nin “desinler”ine karşılık, kendilerinin yapmadığı iyiliği başkası yaptığı zamanki garip duruma köylünün gösterdiği tepki de gözden kaçmaz. Kimisi bu iyiliği gösterişe bağlar; kimisi menfaate, makam isteğine ve gizli emellere kimisi… Aslında köylünün genetiğinde varlık bulan “bana necilik” in asla değişmeyeceği köy halkının ağzından vurgulanır.
Yılkı Atı’nın satır aralarında yazarın köylüden memnuniyetsizliği gizlenmezken “köylü davranışları”nın gerçekten olağanlığı garipsenmemelidir. Çünkü bilim, doğrunun ne kadar da geleneğe bağlı olduğunu ispatlamıştır. Böylece toplumun bütün kesimlerinin bir genetik etrafında döndüğü ve gelenekle günümüze ulaşan bu genetiğin değiştirilmesinin imkânsızlığı romanda dile getirilir.
Dorukısrak, Kırat, Çılkır, Demirkır ve hatta Tanabay’ın Gülsarı’sı… Hepsi aynı toprakların farklı hikâyeleridir aslında. Dışlanmışlığın hüküm sürdüğü coğrafyalarda hayata birlikte tutunma mücadelesinin adıdır onlar. Gecenin zulmüne alışkın, bulduklarına razı halleri, onursuzluklarından değil hayatı olduğu gibi kabul edişleriyle ilgiliydi. Her biri hikâyesi farklı bireylerdir. Yıllar öncesinin vazgeçilmezleri; yıllar sonrasının gözden çıkarılmış, hesaptan düşülmüş, defterden silinmiş, kapı dışarı edilmiş canları.
Yaşam acımasızlıklarla doludur çoğu zaman. Zirve yıllarında görülen itibar ve şatafat, kabiliyetler elden gidince aşağılık bir hale dönüşür. Yerkürede böyle enstantaneler hem insanlar için hem de hayvanlar için fazlaca görülür. Çocukluğumda işe yaramaz, yaşlanmış köpek ve kediler bir torbaya konulup şehirden uzak bir dağ başına bırakılırdı. Buna da “azıtma” denirdi. Çoğu zaman döner gelirdi azıtılan hayvanlar. Sahip, inat edip mükerreren operasyonlarına devam eder ve zor da olsa sonunda hayvanlardan kurtulmayı başarırdı. Hayvanlar evi bulamadığından değil, belki de istenmediğini anladıklarından dönmezlerdi artık yuvalarına, kim bilir.
Zamanında sahibine itibar ve nam kazandıran Doru kısrağın hikâyesi de Gülsarı’nın hikayesinin benzeridir aslında. Evin uğuru, umut direği olan Dorukısrak; İbrahim’in gururuydu. Ne zaman ki yarış kaybetmeye başlar işte o zaman işler tersine döner. Güzel günler tez unutulur.
“Bir at arabaya koşulmaya görsün. Kredisi beş paralık oldu demektir.” Bununla da kalmaz kışa girerken geçim derdine düşen İbrahim Doru’yu yılkıya bırakır. İşte o andan itibaren trajik bir olay başlar. Dorukısrak’ın defalarca evine gelip kapının yüzüne kapanmasıyla başlayan, dağ ve ovada geçen koca bir kışın da öyküsüdür Yılkı Atı.
“Tokluk, hayatı düşündürür. Toklukla birlikte, hayatla olan bağlantı artar, kavileşir. Tokluk bir gâvur şeydir. İyi bir gâvurluktur tokluk. Kini azaltır, hoşgörülüğü artırır.” Peki ya açlık? Açlık zulümdür. Açlık yiğidi itibarsızlaştırır ve insan ırkını sürüngenler taifesine yaklaştırır. Ama açlık zenginleştirir de insan ruhunu. Dorukısrak da açlığın, horlanmışlığın dayanılmaz ikliminde zenginlikle tanışmış ve tayını da alıp yanına, İbrahim’e hak ettiği dersi verip sırra kadem basmıştır.
Toplum davulun tersine vurur. Her şeye yorum yapar. Aynaya bakmadan ayna olmaya çalışır. Yanlışları dile getirmekte üstüne yoktur. Başkalarını konuşmak toplumun işidir. Olayların dışında kalıp olayları konuşmaktan zevk alan kişilere de köylü denir. Köylünün “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” zihniyetine gönderiler vardır romanda. Sadece Hıdır Emmi’dir elini taşın altına koyma becerisini gösteren. O da “Hıdır Emmi bir başka adam, Allah rızası için elin umutsuz atına baktı. Eledi, beledi, kıt yeygisini yedirdi. Atı iyi etti. Yeniden geldiği yere gönderdi.” sözlerini duymak için sahip çıkmıştır Dorukısrak’a.
Köylüyü eserde ikiye ayırır Abbas Sayar. Birincisi “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cı toplum (çoğunluk), ikincisi ise “bana iyi desinler”ci toplum. İki ucu da boklu değnekten başka alternatif bırakmaz bize yazar.
Sayar’ın kullandığı şiirsel dil, İç Anadolu ağzının otantik iklimiyle birleşince tadına doyulmaz anlar yaşar okuyucu. “Allah acı bir tokat olmalı. Her kim ki kötü bir amel peşinde, indirmeli şamarı.” Halkın yaşayan dilinin romanda kullanılması aslında yazar açısından riskli bir durumdur. Çünkü romandaki yerel kullanımlar çoğu zaman anlatımı sıkıntıya sokar ve işin içinden çıkılmaz durumlar doğurabilir. Oysa kahramanlarının konuşmaları ile Sayar’ın üslubu arasında öyle bir uyuşma var ki romanda ne sırıtma göze çarpar ne de doğal olmayan bir durum.
Yazın abanı al, kışın ister al ister alma; karayelin de çalım bozulur gibi köylünün tabiatla ilgisini anlatan birçok atasözü ile hâlâ kullanılagelen “satlıcana tutulmak, ilayık görmek, meşveret tutturmak” gibi deyimler de romanda kulağımızı süslemeye talip olmuştur. Ayrıca “gecenin şüpheleri, kışın çalım satması” gibi şiirsel örnekle bezeli orijinal ve modern betimlemeler de göz doldurur kimi bölümlerde.
İbrahim’in sözleriyle başlayan öykümüz yine onun “Ulan namussuz Doru, ulan nankör tay bir daha isminizi ananın, arayanın, soranın, aklından geçirenin anasını avradını sülalesini…” sözleriyle biter. Realist başlayan romanın romantik bitmesi ise ayrıca tartışılması gereken bir mevzudur.
Ötüken Neşriyatın ufak tefek yazım yanlışlarını daha sonraki baskılarda düzeltmesini temenni ediyor, insan türünün sevilmek gibi muhteşem beklentilere girmesini ise tabi bir hak olarak görmesinde hiçbir beis görmüyoruz. Şimdiki zaman avcıları rüzgârdan korunmak için suçu, günahı geçmişe atarsa kıyamet kopsa ne fayda. Yılkıdan dönerken bahar kalır mevsim.
idebiyat
Ömer Faruk ÜNALAN