SAKIN İHTİYARLAMA
Önce bileğindeki saate ardından Ömür Pastanesinin reyonundaki birbirinden albenili pastalara, kurabiyelere ve tatlılara baktı. Sabah geçerken kırmızı ahududularıyla ve vişnesiyle bir pastayı gözüne kestirmişti.
İçinde yeni yaş almanın tatlı heyecanı vardı. Nasıl olmasındı? Tam otuz yaşını dolduruyordu. Bundan otuz sene önce bir Temmuz sıcağında dünyaya gelmişti.
Çocukken annesine dünyaya nasıl geldiğini sorardı. Her zaman aynı cevabı alırdı:
– Bir pazartesi günü sabaha karşı dünyaya geldin. İki kilo yedi yüz gram ağırlığında tombik bir bebektin. Ama usluydun.
Sonra çocukluğunu hatırladı. Sünnet düğününü ve ilkokula gidişini… Yıllar ne de hızlı geçiyordu?
Pastanenin kapısındaki çanlar bir birine çarparak sallandı. Eliyle canlı kırmızı rengiyle frambuazlı pastayı gösterdi:
-Doğum günü pastası alacaktım. Bu pasta altı kişiye yeter mi?
Pastacı kız gülümseyerek:
-Pastalarımızı günlük yapıyoruz. Altı-sekiz kişiliktir.
İş arkadaşları kendisiyle beraber yedi kişiydi. Tabak, çatal, bardak ve içecek alması gerektiğini hatırladı:
-Plastik tabak ve çatalınız var mı?
-Tabii efendim, Pastayı kutuluyorum. Mum ister misiniz?
-Üç tane mum alabilirim.
Genç kız plastik tabak ve çatalı koyarken:
-Demek üç yaşında? Üç mum aldığınıza göre.
Cevap verip vermemekte tereddüt edip duraksadı ama:
-Yok, hayır her on sene için bir mum alıyorum. Cevabını verdi.
Kasiyer frambuazlı pastayı renkli bir kutuya koydu:
-Hava sıcak olduğundan çabuk eriyebilir.
Hesabı ödedi, içecek ikramını nasıl yapacağını düşünüyordu. Bürodaki çaycı Taner’den soğuk limonata söyleyebilirdi.
Ömür Pastanesinden çıkınca sıcak esen bir rüzgâr yüzüne vurdu. Pastanın çabuk erimemesi için acele ediyordu.
Hızla yolun karşısına geçtiğinde dört ayaklı bir destekle yürüyen ihtiyar adamı gördü. Dört ayaklı desteğini kaldırımdan indirmekte zorlanıyordu. Yardım etmesi gerektiğini anladı.
Zayıf, beyaz saçı sakalına karışmış, bakışlarından gözlerinin iyi görmediği anlaşılan ihtiyara yaklaştı:
-Bey amca, karşıya mı geçmek istiyorsun?
Dört ayaklıdan destek alıp sesin geldiği tarafa işitme cihazı takılı kulağını çevirdi:
-Evet, evladım, derken dili dişsiz damağına vuruyor ve sözcükler ağzından yuvarlanarak çıkıyordu.
Sesi anlaşılmasa da konuşacak biri bulduğu için mutluydu. Genç adam koluna girdi. Yaya geçidi işaretli yola indirmek için destek oldu.
Kaldırımdan yola önce dört ayaklı destekleyiciyi sonra kıramadığı ve bükemediği dizleriyle ayaklarını koydu. Meraklı ve solgun gözlerini gence döndürdü:
-Sağ ol evladım, sana da zahmet veriyoruz. Adın neydi senin?
-Abdülbaki diye cevaplarken pastanın bu sıcakta eriyeceğinden endişeliydi. Ama yolu geçerken arabaların yol vermesinin işini kolaylaştıracağını anlayıp rahatladı.
Sıcak asfalt bile erimeye yüz tutmuştu. Yaşlı adamın tek olması meraklandırdı, kulağına eğilerek:
-Kimin kimsen yok mu? Dede.
-Üç evlat, dört torunum var. Hepsi şehir dışında, işinde gücünde. Ben burada yetim kaldım.
Abdülbaki, şaşırdı:
-Bu yaşta ne yetimliği dede?
Destekleyiciye yaslandı, üç adım atabilmişlerdi. Bu soruyu bekliyor gibiydi:
-Akran yetimliği evladım, akran yetimliği… Son Umre arkadaşımı üç ay önce sakladık. İki laf edecek sohbetçi kalmadı. Ne kahvede çay içecek ne de camide saf tutacak akranım yok.
Dedenin sıkıntısını anlayınca kendini onun yerine koydu. Otuz yaşında bir düzine arkadaşı olan biriydi. Onlarla olan küçük tartışmalarını hatırladı.
Önce bileğindeki saate ardından yakıcı yaz güneşine baktı. Doğum günü pastası eriyecekti.
Karşı kaldırıma iki üç adım kalmıştı. Dirseğinden destekleyerek kaldırıma çıkardı. Ayrılmak için acele ediyordu.
-Sağ ol, evladım, sağ ol.
Usuldendir diye nezaketle dedenin elinden tuttu, dudağına götürürken sordu:
-Bir emrin var mı? Dedeciğim.
Söyleyecek çok sözü olduğu belliydi. Ama dili dişsiz damağına vururken hayıflandı:
-Sakın ihtiyarlama evladım. Sakın, dedi.
Önce bileğindeki saate ardından Ömür Pastanesinin reyonundaki birbirinden albenili pastalara, kurabiyelere ve tatlılara baktı. Sabah geçerken kırmızı ahududularıyla ve vişnesiyle bir pastayı gözüne kestirmişti.
İçinde yeni yaş almanın tatlı heyecanı vardı. Nasıl olmasındı? Tam otuz yaşını dolduruyordu. Bundan otuz sene önce bir Temmuz sıcağında dünyaya gelmişti.
Çocukken annesine dünyaya nasıl geldiğini sorardı. Her zaman aynı cevabı alırdı:
– Bir pazartesi günü sabaha karşı dünyaya geldin. İki kilo yedi yüz gram ağırlığında tombik bir bebektin. Ama usluydun.
Sonra çocukluğunu hatırladı. Sünnet düğününü ve ilkokula gidişini… Yıllar ne de hızlı geçiyordu?
Pastanenin kapısındaki çanlar bir birine çarparak sallandı. Eliyle canlı kırmızı rengiyle frambuazlı pastayı gösterdi:
-Doğum günü pastası alacaktım. Bu pasta altı kişiye yeter mi?
Pastacı kız gülümseyerek:
-Pastalarımızı günlük yapıyoruz. Altı-sekiz kişiliktir.
İş arkadaşları kendisiyle beraber yedi kişiydi. Tabak, çatal, bardak ve içecek alması gerektiğini hatırladı:
-Plastik tabak ve çatalınız var mı?
-Tabii efendim, Pastayı kutuluyorum. Mum ister misiniz?
-Üç tane mum alabilirim.
Genç kız plastik tabak ve çatalı koyarken:
-Demek üç yaşında? Üç mum aldığınıza göre.
Cevap verip vermemekte tereddüt edip duraksadı ama:
-Yok, hayır her on sene için bir mum alıyorum. Cevabını verdi.
Kasiyer frambuazlı pastayı renkli bir kutuya koydu:
-Hava sıcak olduğundan çabuk eriyebilir.
Hesabı ödedi, içecek ikramını nasıl yapacağını düşünüyordu. Bürodaki çaycı Taner’den soğuk limonata söyleyebilirdi.
Ömür Pastanesinden çıkınca sıcak esen bir rüzgâr yüzüne vurdu. Pastanın çabuk erimemesi için acele ediyordu.
Hızla yolun karşısına geçtiğinde dört ayaklı bir destekle yürüyen ihtiyar adamı gördü. Dört ayaklı desteğini kaldırımdan indirmekte zorlanıyordu. Yardım etmesi gerektiğini anladı.
Zayıf, beyaz saçı sakalına karışmış, bakışlarından gözlerinin iyi görmediği anlaşılan ihtiyara yaklaştı:
-Bey amca, karşıya mı geçmek istiyorsun?
Dört ayaklıdan destek alıp sesin geldiği tarafa işitme cihazı takılı kulağını çevirdi:
-Evet, evladım, derken dili dişsiz damağına vuruyor ve sözcükler ağzından yuvarlanarak çıkıyordu.
Sesi anlaşılmasa da konuşacak biri bulduğu için mutluydu. Genç adam koluna girdi. Yaya geçidi işaretli yola indirmek için destek oldu.
Kaldırımdan yola önce dört ayaklı destekleyiciyi sonra kıramadığı ve bükemediği dizleriyle ayaklarını koydu. Meraklı ve solgun gözlerini gence döndürdü:
-Sağ ol evladım, sana da zahmet veriyoruz. Adın neydi senin?
-Abdülbaki diye cevaplarken pastanın bu sıcakta eriyeceğinden endişeliydi. Ama yolu geçerken arabaların yol vermesinin işini kolaylaştıracağını anlayıp rahatladı.
Sıcak asfalt bile erimeye yüz tutmuştu. Yaşlı adamın tek olması meraklandırdı, kulağına eğilerek:
-Kimin kimsen yok mu? Dede.
-Üç evlat, dört torunum var. Hepsi şehir dışında, işinde gücünde. Ben burada yetim kaldım.
Abdülbaki, şaşırdı:
-Bu yaşta ne yetimliği dede?
Destekleyiciye yaslandı, üç adım atabilmişlerdi. Bu soruyu bekliyor gibiydi:
-Akran yetimliği evladım, akran yetimliği… Son Umre arkadaşımı üç ay önce sakladık. İki laf edecek sohbetçi kalmadı. Ne kahvede çay içecek ne de camide saf tutacak akranım yok.
Dedenin sıkıntısını anlayınca kendini onun yerine koydu. Otuz yaşında bir düzine arkadaşı olan biriydi. Onlarla olan küçük tartışmalarını hatırladı.
Önce bileğindeki saate ardından yakıcı yaz güneşine baktı. Doğum günü pastası eriyecekti.
Karşı kaldırıma iki üç adım kalmıştı. Dirseğinden destekleyerek kaldırıma çıkardı. Ayrılmak için acele ediyordu.
-Sağ ol, evladım, sağ ol.
Usuldendir diye nezaketle dedenin elinden tuttu, dudağına götürürken sordu:
-Bir emrin var mı? Dedeciğim.
Söyleyecek çok sözü olduğu belliydi. Ama dili dişsiz damağına vururken hayıflandı:
-Sakın ihtiyarlama evladım. Sakın, dedi.