Söylentilere göre belki Kaf dağının, belki Sahra çölünün dibinde dünyadan izole bir köy varmış. Köyün nüfusu 30 u geçmez; hastalıktan, hasattan baş kaldıramaz bir ahali bir de su götürmez bir muhtar yaşarmış. Muhtar kendini köyün sahibi ilan ettiği gibi, tüm dünyaya da hükmettiğini düşünür, kimsenin gözünün yaşına bakmadan en yüksek mertebelerden kelam edermiş. Dolayısıyla köylü hem beslenip baş kaldıracak düzeye gelemez hem de soyunu yürütemezmiş. Hal böyle olunca köylülerin hastalığı, hayatı en üst mertebede yaşasa da aynı havayı solumanın getirisi muhtarı ve kendi gözünden kutsal ailesini de olumsuz etkilermiş. Fakat ne hikmetse muhtar 70 yıl hüküm sürmüş köyde, dipçik gibi de gezmiş köylünün başında, ayağında deri botları, elinde kırbaçıyla…
Yaş vaktini alıp da kırlar dolaşınca muhtarın şakaklarında, oğluna devretmiş “dünyasını.” Ölümü de köydeki en güzel meyveleri yiyerek, en güzel kızlarını haremine davet ederek beklermiş ki, bir şey olmuş. Köylüleri ayaklandıran, koyunları köşe buçak kaçıran, muhtarın oğlunu öylece donup bırakan bir şey olmuş; kralın sarayından askerler köylülerden vergi istemeye gelmiş… Tez vakitte muhtara haber uçmuş, kimi ecinler diyormuş, kimi dünyasız canlılar; kimi ölmezler diyormuş, kimi uzaylılar… Köylü meraktan ve dahi korkudan etrafını çevirip döne dolaşa muhtarın kapısına getirmişler askerleri. Askerlerin yüzündeki eğlence ve aşağılayıcı ifade kendini korkuya bırakmış çünkü kim olduklarının bilinmiyor olması ve köylülerin ortak dilde buluşamaması, onları -en azından o köyde- yok sayarmış.
Muhtar, babasından öğrendiği bir dille konuşmuş askerlerle, sormuş soruşturmuş; babasından gayrı kimseden duymadığı dili kendine yol etmeye çalışarak.
Anlatmış askerler bir bir:
“Kral var, bizler askerleriyiz, sizler köylülersiniz, vergi vermeniz gerekirdi, bizler bu dağın yamacına kadar geldik hep, ses olmayınca da geri döndük, kaç yıldır hiç mi merak etmediniz dağın ardını, hiç mi demediniz ‘bizden başka kimse yok mu?'”
Hikayenin devamını anlayınca tek kelime daha edememiş muhtar, kapının ardına çıkıp bir tütün sarmış kendi elleriyle, başka zaman olsa karılarına tek bir el işareti yapar, emredermiş. Üstelik biri sigarayı sararken diğeri kahveyi koşar bir diğeri misvağını hazır edermiş. Yetmişinden sonra yeniden doğmuş muhtar, vakit kaybetmeden özür dilemiş tüm köylüden, Allah’ı tanımış, içindeki boşluğun adını koyup Allah’la konuşmuş, bütün mal varlığını eşit şekilde de köylüye pay edip, bir kuş edasıyla -ki öyle olmasa da olur- gözleri yarı açık, bu dünyadan uçmuş.
Ölmeden önce çok düşünmüş muhtar, ya hiç bilmeseydim, ya kainata sahipmiş gibi ölseydim demiş durmuş; içinden, dışından, yürüyen ruhunun bile ardından.
“Nasıl da mutluydum kabuğumda; üstelik köylü bile mutluydu, kime çalıştıklarını biliyorlardı, ekmeğini nerden aldıklarını da, tütünü ne kadar içeceklerini bile ben belirliyordum. Bensiz ne olur halları? Kral da kimmiş, hangi mektepleri bitirmiş? ” sorular dizininin son nefese kadar sonu gelmemiş. Bilmenin ve öğrenmenin insan gögsünde açtığı gökyüzüne hayretle yaşamış geriye kalan köylü, krala vergi veriyor olmanın buruk sevinciyle askerlerin onları keşfettiği günü festival olarak kutluyorlarmış. Kim bilebilir ki, bilmenin hikayesinden kimin mutlu ayrıldığını? 67 yaşındaydı Tolstoy bisiklet sürmeyi öğrendiğinde,13 yıl daha bisiklet sürmeyi bilerek yaşadı, bisiklet sürmeyi bilerek öldü. Tolstoy için ne değişti? Bizim için neyi değiştirir?
Ölmeden
hemen
önce,
yaşamayı.
Sizi tanıyor olmaktan mutlu öleceğim.