Doğumumuzla başlar ilk gurbet maceramız İrfan. Ömrüm boyunca böyle fırsat ve tecrübelerle defalarca burun buruna geldiğimi açık yüreklilikle ifade etmeliyim önce. Fakat doğarken içime çektiğim çiğ oksijen, ciğerlerimi diğerlerinden daha fazla yakmış olmalı ki gurbete maruz kalışımın yıl dönümlerinde her türlü şarkıyı, türküyü, bozlağı, mayayı bağrıma basıp gözlerimi en uzak ufuk noktasına dikmekten geri durmamışım.
İleri düzeyde doğum günü reflekslerim var benim. Mumları üflerken bir solukta tüm dünyayı içime çekip püf diye ötelemeden, itelemeden kendime gelemiyorum. Atmosfer basıncının ruhuma bahşettiği “eller ne der” putunun yol açtığı üçüncü sınıf insan modelini aşamamanın sıkıntısını toplardamarlarımdan atmak için verdiğim çabayı sonra anlatırım.
Mağduru oynarken edebiyat yapmaya yatkın bünyemizle ne Leyla koymuşuz ne Aslı… Yardan ayrı geçen her günü gurbet sayıp dağları ilmek ilmek işleyen Ferhat’ın sabrına şapka çıkarmamak da bizim ayıbımız olsun.
Türlü türlü suçları, birbirinden parlak kabahatleri prensesler gibi süsleyip nezih ortamları kirlettiğim doğrudur. Dilime bağladığım zehir keseleriyle kainatın en yırtıcı canlısı olma rekorunu aslanlara, yılanlara, sırtlanlara kaptırmayan ben; zaaflarımla övündüm yıllar yılı. Zaaflarıyla övünen başka insan canlıları da var bilirim. Başkalarını öldürmede gösterdiğim çabayı tek bir karıncayı yaşatmak için gösterseydim intihar eğilimindeki onca çıldırmış ruhu acilen arananlar listesinden çıkarabilirdim.
Başkalarının refahı için kılıktan kılığa girmeye mahkum edilen insanın kömür karası gözlerinden akan kir, şuncacık dünyanın en büyük ayıbıdır İrfan. Afrika’da minik, zenci bir kelebeğin kanat çırpması Amerika kıtasının sonunu getirecek büyük kasırgaların sebebidir öyle mi? Güya Filistin’de esmer bir çocuğun ellerinden fırlayan taş İsrail Savunma Bakanlığını havaya uçurabilirdi. Fikrimce taş silahı döverdi çünkü. Siyaha meftunluğuma bir de bu açıdan bakmanı dilerim.
Yurdumuzun iç kesimlerinde başlayan yoğun yaşam mücadelemi Veysel gibi “Benim sadık yarim kara topraktır” dizesiyle özetleyebilirim. “İnsanlar yalnızlıktan daha zordur”u ete kemiğe bürüyen Ebuzer Baba’nın gurbetiyle Veysel Emmi’min gurbeti arasında hiç fark yoktur. Varsa da ben göremiyorum artık.
İnsan başkasından ibarettir İrfan ve ömrünü kendini aramaya harcar. Oradan oraya savrulmalarımızı anlamayıp arkamızdan deli diyenlerin kendi ruhlarına hicretiyle açılan perdeler ispatlayacaktır anlaşılmak gibi bir derdimizin olmadığını.
Şehrin karla karışık yağmurlu ve bol karbondioksitli havalarının bitimiyle başlayan yoğun baharlarında, Fuzuli gibi içimin ateşinden başka derdime yananın bulunmamasıyla afallayan bir yanım, sabah rüzgarından başka kapımı aralayanın olmamasına kırgın öteki yanımın en büyük tesellisiydi. Hasılı, yalnızlık zor zanaattı ve acılar hep yalnızken gelirdi.
Ezikliğimi emziren bir annenin bitmesini hiç istemiyordum. Çünkü acılar düşündüğümden daha acıydı İrfan. Şehirlere tahakküm eden bunca anaç yarayı ancak anne duyuşuyla yaşanılır kılabilirdim. Hemen karamsarlığa kapılma. Düşündüğün kadar kötü gitmiyordu işler aslında. Acıların nefes açıcı özelliğiyle burun buruna gelmem birazcık yüzümü güldürdü. İç acılarımın toplamı kadardım İrfan. Bu kesindi. Yanıp kebaba dönen ciğerlerime bir de bu açıdan bak istersen. Bir de bu açıdan anlamaya çalış, kırk üç numara ayakkabılarla üzerine bastığım dünya inşaatının açtığı koca yarayı.
Babamın zabit katipliği görevini hakkıyla yaptığı ilk gençlik yıllarım bana büyük hediyelerle gelmiştir. Anamın daha ana, babamın daha baba olduğunu keşfetmem bu yılların lütfudur. İnsan, alıcıları sonuna kadar açıkken çevresinde olup bitenlere daha ince anlamlar yüklüyor: Ağaca, kuşa, ota, börtü böceğe; Orhan’a, Ahmet’e Neşet’e; tarhanaya, bulgura, ekmeğe, soğana, suya, ayrana… Sevincin ve acının yeniden keşfi yazının yeniden icadına neden oldu. Sırf bu yüzden ölebilirim.
Yaşadığım alemin farkına varmam önce tarifsiz hazlarla kuşattı beni. Sonra kendime koşmakla başladı ilk hicretim. Anlaşılmaya muhtaç yegane şey kişinin kendisiydi. Kendini bulanın vatana ihtiyacı yoktur. Göçtükçe acıdım, acıdıkça yükseldim, yükseldikçe düştüm. Şehrimin sis perdeleri aralanırken bir kez olsun dönüp arkama bakmadım. Aslında baktım hem de onlarca kez… Gel gör ki hiçlikten gayrsını göremedim. Herkesin geçtiği yollardan geçip kimsenin göremediklerine çakılıp kalmakla yön algımı kaybettim. Doğru ve yanlış kavramları altın üste üstün alta karışımından öte değildi benim için.
Tarih ritüellerden ibaretti. Her toplum kendi kahramanlarını üretmek zorundaydı. Herkesin gerçeği kendineydi yani, herkesin iyiliği de kötülüğü de kendine. Gerçek ne kadar gerçekti ve yalan ne kadar yalan. Tüm bunların ölçüsü neydi? Hakikatin peşinden koşan bir insanın ayağına takılan çakıl parçalarını hakikat bilemezdik. Hele hele koskoca alemi görmezden gelmek; şehirlerin, ülkelerin, kıtaların yaralarına tuz basmaktı.
Gerçek, izafidir İrfan. Başkalarını yargılarken dünyanın en kötü insanıyla, yani kendimle tanıştım. Başkalarının içini bilmiyordum ve en iyi kendimi tanıyordum. Düşündüm. Azgınlıkta kendimden daha ilerisini göremedim. Fesatlıkta daha ötesiyle karşılaşmadım. Kendimden daha ikiyüzlüsünü bulamadım. Kendimden gayrısını eleştirmekten kaçındım o saatten sonra. Ne garipti, en iyi tanıdığım en kötüydü ve tanımadıklarım hakkında bilimsel verilere sahip değildim.
Kendimle aramdaki mesafenin kısalması insanlığın hayrınaydı. Zira egoları için dünyayı ateşe verecek ilk insan bendim. Ben ölürsem vahiy sekteye uğrar diye bir düşünceyi aklının ucundan dahi geçirmeyip Bedir’e, Uhud’a, Hendek’e en önde giden peygamberin, ben olmazsam haliniz harap diye haykıran ümmeti olmak ne kötüydü. Sırf bu yüzden bile hayatla olan bütün ilişkilerimizi kesebilmeliyiz.
Şehirlerden kaçtığım günlerden kalma havayı sıfırın çok altından kurtarıp kalbimin en güney esintilerinde ısıttığım doğrudur. Kendisine koşan insanın her şeyi terk ederken havayı, suyu, dağı, tepeyi, yazıyı yabanı ısıtmak gibi tabii görevleri vardır. Şehirlere kurulmuş gösterişli mezarlıklar bile buna engel değildir. İçimde hayat bulan bunca mezarlıkla daha kaç kilometre yol gidilebilir ki İrfan.
O kaynayan kazanın bin yıl öncesinden bana el salladığını düşünüyorum şimdi. İnsanın kendinden kendine göçmesi ne tuhaf. Hayal meyal hatırladığım bunca muammaya hicret isteği, fıtratımın bir oyunu da olabilir. Kuyunun dibini memleket belleyen küçük bir taş parçasıyım oysa. Oyuna, eğlenceye vaktim yok. Kaçmadan, kaçırmadan yaşamanın resmini çiziyorum. Hepsi bu.
Ömer Faruk ÜNALAN