Öteki Mahalle

Mahallemiz pötibörle yapılan kakaolu mozaik pastaya benziyordu. Farklı dünyalardan göçüp bir araya gelerek rölantide yaşamaya mecbur bırakılmış yığınla insanı tek hikayede birleştiren kader bizi yukardan seyrederdi genellikle.  Ne kadar gereksiz kültürel özellik varsa şehre taşıma başarısı göstermiş ailelerin, şehirlere aktığı evvel zaman ülkesinden bahsediyorum. Her köyün değişik karakteristik özelliği var tabi. Cihanşarlılar sapanla uçak düşürecek kadar gözü kara, Kapaklılılar kavga ve gürültüye meyyal, Mükreminliler ketum, Kepirceliler dik başlı, Çavuşköylüler ise varlıklıydı.

Bu mozaik cumhuriyetinde yetişen çocukların bağışıklık sistemleri nedense çok güçlüydü. Hayata tutunamayan, bir baltaya sap olma becerisi kazanamayan neredeyse yoktu. Hasbelkader kör kurşunlarla ömrü nihayet bulanlar hariç iş güç sahibiydi çoğu. Terziden inşaat ustasına, lastikçiden berbere, nakliyeciden memura, çiftçiden muavine her türlü meslek gurubunun temsilcisini bulmak mümkündü, fakat zengin hiç bulunmazdı mahallemizde. 

Birbirimizle sosyal ilişkiler geliştirirken kökenlerimize dikkat eder haddimizi aşmamaya özen gösterirdik. Horantası kalabalık ailelerin çocuklarıyla zıtlaşmak, ters düşmek hatta kavgaya yeltenmek pek akıl karı değildi. Her insan sosyal hayata karşı kendince tedbirler alır, ite bulaşmaktansa çalıyı dolaşmayı yeğlerdi.  Böyle zamanlar barışın ve sükunetin maksimum düzeyde hüküm sürdüğü zamanlardı.

Mahallemizin resmi adı Yenidoğan Mahallesi fakat daha çok Kapaklı Mahallesi diye anılırdı. Kuzeyimiz tamamen Kapaklılıydı. Belki de çoğunluğun azınlığa tahakkümünden dolayıdır bu isimle anılması. Yenidoğan Mahallesi ismi ise gerçekten manidardır. Devlet babanın mahallemizi yeni doğan çocuğa benzetmesi ve taşra mozaiğine bu ismi vermesi ilginç gelmiştir bana.

Taşranın kalbini besleyen topraklar ciğerlerimize de iyi gelirdi. Ne ararsan vardı. İyi komşuluk ilişkilerinden kavga gürültüye; hatırlı gönüllü davranışlardan hırsızlık, haydutluğa kadar her şey…  Bir keresinde siyah beyaz emektar televizyonumuz bozulmuştu. Ses netti ama görüntü kayma yapıyor, bazen gidip bazen geliyordu. Direkten dediler. Mahalleli seferber oldu. Defalarca çatıya çıkıp direği kontrol ettik ama nafile. Görüntüyü randımana oturtamadık. Bir keresinde babam direği çevireyim derken çatıdan kalçasının üstüne düşüp epey zaman yatağa bağımlı yaşadı. Sonra kavuştu tabi sağlığına. Uçan kaz lakabı o günlerden kalma.

Öteki mahalleden bir tanıdığımızın oğlu televizyon tamircisiydi. Babam haber gönderdi. İşlerinin yoğunluğundan olsa gerek birkaç saat sonra ancak teşrif edebildi hanemize. Salonumuzun tavanına yakın en köşesine asılı ters masanın içindeki televizyonu itinayla sehpanın üzerine aldı. Tornavidayla çabucak içini açtı. Ben tamir işlerine meraklıyım, adeta içine düşeceğim televizyon kasasının. Ustanın eline bakarak mevzuu anlamaya çalışıyordum ki ustanın televizyon parçalarından birini el çabukluğu ile cebine indirdiğini gördüm ama o benim onu gördüğümü görmedi. Ben de onun beni görmediğini görmemiş gibi davrandım. Sesimi çıkarmadım hiç. Sonra birkaç parça daha…

“Ahmet Amca” dedi güven veren ses tonuyla. Yeni kararmış bıyıklarını eliyle aşağı doğru sıvazladı. Kendinden emin bir hali vardı. Gözlerini küçültüp dudaklarını büzdü. “Televizyonun birkaç parçası arızalı, gidelim parçacıdan eksik parçaları temin edelim de akşama rahat rahat haberleri izleyesin.”

Babam kendisinin yataktan doğrulacak durumunun olmadığını ifade edince evin büyüğü olarak iş başa düştü. Parçacıya gitmek için birlikte yola çıktık. Yolda Orhan Baba’nın şarkılarından konuştuk. Şiirden, sanattan, spordan hatta siyasetten bile konuşuyorduk. Kültürlüydü. Kendine güveniyordu. Ses tonu çok iyiydi. Şiirseldi. İkna kabiliyeti yüksekti. Yanılmış olmalıydım. Bizim televizyonun parçalarını cebe indiren adam o değildi, hayır…

Yıkık dökük belediye binasının alt tarafındaki el kadar dükkanlardan birine daldı. Ben de arkasından tabi… Daha önce hiç duymadığım birkaç televizyon parçasını sordu dükkan sahibine. Adam içerisi parçalarla dolu koca kutuları önümüze koydu. Mustafa, ince uzun elleriyle bir parçayı bırakıyor diğerini alıyordu. Başka müşteriler girdi içeri. Dükkan sahibinin diğer müşterilerle ilgilenmesini fırsat bilip kaşla göz arasında, seri parmak hareketleriyle parçaları avucunun içine, oradan da diğer eline alıp cebine indirdi. İşte bu sefer yanılmış olamazdım. Bir tane, bir tane daha… Gözlerimle gördüm. Arada sorduğu sorularla sessizliği bölüyor, zaman kazanıyor sonra işe yarar ne kadar parça varsa cebine indiriyordu. Nedendir bilinmez yakalanacak diye ödüm patlıyordu. Nihayetinde tek kuruş para ödemeden cebini doldurdu. Dükkan sahibiyle tok ve samimi vedalaşması ise göz dolduruyordu.

Yolda, olan bitenden konu açılmadı. Ben de hiçbir şey bilmiyormuş gibi davrandım. O da benim hiçbir şey bilmediğimi biliyormuş gibi konuştu hep. Orhan Gencebay’ın kulaklarını çınlatıp, hortumcu zihniyetle ülkemizin muasırlar medeniyetler seviyesine yükselemeyeceğini anlattı.

Söz verdiği gibi bizim televizyonu akşam haberlerine kadar tamir etti ve babamdan hatırı sayılır miktarda parça parası ve bir o kadar da el emeği talep etti kibarca. Babam istediği miktarın yarısını sıkıştırdı yattığı yerden eline. “Kurtarmaz Ahmet Amca, vallahi de billahi de kurtarmaz…” dediyse de Babam verdiğinden bir lira fazlasını vermedi. Ben bilmediğim bir nedenden ötürü ne tamir aşamasında ne sonrasında hiç sesimi çıkarmadım.

Televizyonumuzun son kez tamir görmesiydi. O günden sonra iki kış bizi hiç bozulmadan idare etti. Babam namaza başlamamız şartıyla iki yıl sonra renkli televizyon aldı. Renklenen televizyonumuzla birlikte estetik anlayışımız da değişti. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Kavgalar mahallemizin tuzu biberiydi. Erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla, çocuklar da çocuklarla. Bizim evin az yukarısındaki komşumuzun yetişkin oğlu Mevlüt’ün eşek sudan gelinceye kadar televizyon tamircisini dövmesi dillere destandır mesela. Başından sonuna kadar olan bitenden haberim var. 

Mevlüt, bozulan çift kasetçalarlı teybini Mustafa’ya emanet eder ve iki gün içerisinde tamir edilip teslim edileceği sözünü alır. Tamir parasını da peşinen Mustafa’nın cebine sıkıştırır. O günden sonra Mustafa’yı görene, bilene aşk olsun. Karartısı kaybolur. Yer yarılır içine girer sanki.

Anlaşılan Mustafa parayı cebe indirmekle kalmaz, teybin parçalarını da tek tek satarak büyük oranda haksız kazanç elde eder. Böylesi daha işine gelmişti belki de. Parçalarını satmanın teybin kendisinden daha fazla para edeceğini kestirebiliyorum. Akıllıca bir kazanç biçimi…

Mevlüt, köşe bucak tamirci Mustafa’yı aramaktaydı. İki ay olmuştu ve Mustafa’dan bir haber çıkmamıştı. Kaç kez evine kadar gitmiş maalesef tamirciyle görüşme imkanı yakalayamamıştı. Yakalasa zaten kıyamet kopacaktı. Ayakkabılarını defalarca evlerinin merdivenlerinde gördüğü halde annesi ısrarla Mustafa’nın evde olmadığını iddia etmiş ve Mevlüt’ün televizyon tamircisine yönelik kin ve öfkesi her seferinde yerini anlamsız bir sabra bırakırdı.

Mevlüt, Kapaklıdandı. Kardeşi Zabit’in anlattığına göre Bruce Lee kitaplarıyla dövüş sanatını bayağı ilerletmiş. Her türlü Uzak Doğu sporlarına hakim. Asıl branşı ise Kung Fu. Zabit’e göre Dünya’da Bruce Lee’nin kendisine ait basılmış dört adet kitabı varmış. Kimseyle paylaşmadığı dövüş sanatının felsefesi ve sırlarını anlattığı kitaplardan ikisi kendilerindeymiş. Anlattıkları bize pek inandırıcı gelmezdi ama yüzüne karşı onu hiç yalanlamazdık.

Kapaklılardan karakter olarak pek çekinirdik. Hal böyle olunca bizden birkaç yaş büyük Mevlüt’ten acayip korkardık. Bruce Lee’nin kopyasıydı. Böyle kara, kuru, çelimsiz, çevik, gözleri çekik ve sanırım inşaatta çalışmasından kolları kaslı, vücudu üçgendi.

Birazcık kısa olması dışın da Zabit de abisinin kopyasıydı. Bulunduğu bütün ortamlarda Mevlüt’ün reklamını yapardı. Buna çok şaşardım. Benim en yakınımdaki insanlar toplu iğne başı büyüklüğünde açığımı yakalasa âleme rezil olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordum. Zabit’in abisine karşı bağlılığı gerçekten inanılmaz boyuttaydı. Mevlüt’ün reklamını yaparken aslında kendisi de prim yapıyordu. Akıllı çocuktu doğrusu.

Mevlüt dağda, bayırda; yokuşta, çıkışta bulabildiği her yer ve fırsatta rutin antrenmanlarını hiç aksatmazdı. Herkesin görebileceği kadar yüksek yerlere çıkar, bacaklarını büküp gerer, sağ elinin başparmağını yana açar, işaret parmağını yukarı kaldırır, diğer parmaklarını içe doğru kıvırarak başlardı akşam sporlarına. Gözlerimle gördüm defalarca, Bruce Lee’nin hareketlerinin aynısını yapabiliyordu. Çoğu zaman işi gücü bırakıp akşam güneşiyle birlikte hayranlıkla Mevlüt’ün tek kişilik kung fu şovunu seyrederdik uzaktan.

Kendisini seyreden mahallenin meraklı gözlerinin farkındaydı. Seyirci sayısı fazlayken keklik gibi taştan taşa seker, güvercin gibi taklalar atar, yılan gibi sesler çıkarır, kartal gibi kanatlarını açar; terledikçe elbiselerinden kurtulmaya başlar en son atletini de çıkarıp kurda kuşa üçgen vücudunu göstermekten büyük keyif alırdı.

Antrenmanlarından fırsat bulduğu vakitlerde bizim çocuklar gözüne kestirdiğini yanına çağırır Mustafa’yı görüp görmediğini sorardı başparmağıyla burnuna dokunurken. Mustafa yer yarılmış da içine girmişti sanki. Uzun süre ortalıklarda görünmedi. Hatta Ankara’ya çalışmaya gittiğini söyleyenler bile vardı. Göz önündeki birinin uzun süre kayıplara karışması değişik muhtevada dedikodulara da sebeptir.

Dedikodular tarihe karışmış, hafızamızdan silinmeye yüz tutmuşken bir gün Mutu Dayı’nın iki katlı evinin köşesinde görülüverdi Mustafa. Mevlüt, o sırada Berber Ali’nin tepede günlük spor etkinlikleriyle ter atıyordu. Sonra o da gördü Mustafa’yı ve aslanın ceylana takındığı tavrın aynısını takındı. Önce yavaşça avına süzüldü sonra da Allah ne verdiyse koşmaya başladı.

 Mustafa’yı eline geçirdiği anı hiç unutmam. Acımasız aslanın çaresiz ceylanı yakaladığı gibi yakaladı önce. Konuşmasına fırsat vermeden bastı küfrü. Gerçek dövüş sanatı yükseklerde yaptığı şova hiç mi hiç benzemiyordu. Bildiğimiz dayak atmaktı bu. Tekme, tokat; sinli kaflı yani… Televizyoncu Mustafa’yı eşek sudan gelinceye kadar dövdü. Mustafa haksız tabi, gıkını bile çıkarmadı. Darbeleri yüzüne almamaya büyük özen gösterdi sadece. 

Sen adamın göz nuru teybini al, tamir parasını cebe indir. Sonra aylarca onu çok sevdiği Müslüm Gürses’ten mahrum bırak. Yetmezmiş gibi teybi de parçala, sat. Vallahi Mustafa’nınki de deli cesareti. Mevlüt affeder mi bu katmerli yanlışı. Etmedi de… Bildiği ne kadar kung fu tekniği varsa bir kenara bıraktı ve tekme tokat girişti. Rakibinin ferini kesene kadar vurdu, vurdu…

Mustafa “Etme kurbanın olayım, elini ayağını öpeyim, bende kalp var; şuracıkta ölürüm, elinde kalırım gardaş” diye yalvar yakar olduysa da Mevlüt kesinlikle hızını kesmedi. Anasını avradını kalaylayıp “Ver ulan teybimi goduğumun piçi” diye de talebini yinelemeyi ihmal etmedi.

Mustafa bas bas bağırıyor, Mevlüt dayağın hakkını veriyordu. Mahalleli tez zamanda yetişti ama artık olan olmuştu. Bir curcuna, bir itiş kakışın içinde kalan Mustafa yerde, ağzı burnu kan içinde, kendinden geçmiş bir halde cılız mı cılız ses tonuyla meramını anlatmaya çalışıyordu.

 “Bende kalp var, ölüyorum, çabuk beni hastaneye yetiştirin.”

Mustafa pıt diye kendini bırakıverdi. Koca vücut bir tarafa, kollar bir tarafa, kafa bir tarafa düştü.

Diyecek çok sözü vardı Mevlüt’ün ama tek kelam etmedi kalabalığın önünde. Beklemediği bu durum karşısında çok şaşırmıştı. Gözleri yerlerinden fırlayacakmış gibi oldu. Boynunu büktü. “Oğlum nefesini kontrol edin adam ölüyor” diye bir ses geldi kalabalıktan. Mevlüt’ün içinin cız ettiğini ben bile duydum. Soğuk terler boşaldı saç diplerinden. Gözleri yerlerinden çıkacak gibiydi. Eminim, kalbi şu yaşına kadar hiç sıkılmamıştı bu kadar.

 “Ya ölürse…” Ya ölürse pisipisine hapse girecekti. Yirmi yıl yiyip kırkında çıkacaktı hapisten. Gözlerinin önüne saniyeler içinde neler geldiyse artık; suratı düşmüş, gözleri bulutlanmıştı. Pişmandı. Bu kadar vuracak ne vardı sanki ellerim kırılaydı da vurmayaydım, diyordu mutlaka. Korkunun ecele faydası yoktu. Şöyle bir çevresini kolaçan etti Mevlüt, mimiklerine söz geçiremiyordu. Yüzünün kasılmaları ayyuka çıkmıştı artık.

Mustafa iki seksen yerde uzanmış, mahallenin işsiz güçsüzleri başına yığılmıştı. Mevlüt “Bokunu yiyim Mustafa, bokunu yiyim aç gözlerini…” diye mırıldanıp telaşla Mustafa’nın üzerine kapaklandı. Sıcaktı, ölmemişti. Ağzı burnu kan içinde, dili bir karış dışarıda, gözleri kapalıydı. Nefes alabiliyordu.   

Mevlit, sevinse mi üzülse mi bilemedi. Nefes aldığını anlayınca yüzünü kısa süreli bir ferahlık kapladı. Rüzgarı hissetti ama arkası gelmedi. Tez hastaneye yetiştirmeliydi. Hem kalp hastası olduğunu kendi söylememiş miydi?

Mevlüt, inşaat ustası İsmail Abi’nin evinin önündeki tenekeden el arabasını kaptığı gibi döndü. Çevredekilerin yardımıyla Mustafa’yı itinayla arabaya yerleştirdi. Ayaklarının büyük kısmı dışarı taşsa da hiç önemli değildi, vücudunun tamamı arabanın içindeydi. İnşaatlarda harç taşımak için kullanılan arabanın sağa sola yalpalaması Mevlüt’ün hızını hiç kesmedi. Koşup bir an önce hastaneye yetişmeliydi.

Mustafa’nın gözleri kapalıydı. Arada “Çabuk olun, ölüyom…” diye sayıklayıp biraz çırpındıktan sonra kafayı tekrar düşürüyordu. Mevlüt tutuştu, hızını öyle artırdı ki biz ancak son sürat koşarak yetişebiliyorduk ona. Sporcu kimliğini bir kenara bıraktı. Ayak topukları kıçına vura vura koşuyordu. Mustafa’yı hastaneye yetiştirmek derdindeydi.

E5 karayolunu el arabasıyla geçip ara yollardan hastaneyi ulaşmıştı sonunda. Kan ter içinde acilden giriş yaptı. Arada birazcık mesafe kaldığından biz mahallenin çocuklarıyla ancak acil doktorunun odasında kaldığımız yerden devam ediyorduk olan biteni seyretmeye.

El arabasıyla hastane koridorunda gövde gösterisi yapmak kolay kolay kimseye nasip olmaz. Acil polikliniğinin kapısındaki görevli, işaret edince Mevlüt el arabasıyla doktorun odasına daldı. Nasıl bir ruh halinin dışa vurumuysa artık.

“Bokunuzu yiyim doktor bey, yardım edin, arkadaşım ölüyor” dedi.

Doktor “Bu ne hal, kaza falan mı yaptı” diye üstelediyse de Mevlüt, kavgayı ayırdığını iddia edip bir çırpıda işin içinden sıyrıldı. Yetmezmiş gibi iyi insan olma yolunda polikliniktekilerin gönlünde müstesna bir yere de sahipti artık.

“Arkadaşımın kalbi vardı doktor bey, ne olur yardım edin, ölmesin garibim…”

“Bir kalp grafiği isteyelim bakalım.”

El arabasında baygın halde yatan insanı ayağa kaldırmak için doğuştan eğitimli bir halimiz vardır. Mustafa’yı el arabasından indirmek için yardımımızı esirgemedik. İşin ciddiyetine vakıf bireylerdik. İşin zor kısmını Mevlüt üstlenmişti. Mustafa’yı kollarının altından kucakladığı gibi oturur vaziyete getirtti. Bize ise ayaklarını tutmak kalmıştı sadece.

Mustafa durumdan rahatsız olmalı ki birden gözlerini açtı. Kafasını sağa sola sallayıp şaşkın şaşkın oraya buraya baktı. Gözlerini belertip “Nerdeyim ben, nerdeyim ben!” diye hönkürdü. Mevlüt, nasıl davranacağını bilemedi önce, arkasını döndü.

“Sakin ol, doktor bey kalbini kontrol edecek.” dedi.

Mustafa, onca insanın içinde kirpiklerini kırpıştırıp yaygarayı bastı.

“Beni bu adama bırakmayın, beni öldürecek, beni öldürecek. Poliiiiis, polis yok mu burada? İşkence yaptı, bırakmayın beni. Beni öldürecek, koruma talep ediyorum…”

Hastane bu seslerle inleyip dururken millete de eğlence çıkmıştı. Seyirci potansiyelinin artma olasılığını da hesaba katan Mustafa’nın yaygarasıyla Mevlüt’ün sesi hık diye kesildi. Bir müddet yerinden kıpırdayamadı. Eli ayağına dolaştı. “Bak beni yanlış anladın kardeş, ben senin iyiliğini istiyorum, kötü bir niyetim yok…” dediyse de Mustafa’yı ikna edemedi.

Devran Mustafa’dan yana dönmüştü. Polisler görüldü salonda. Herkes birbirine “Ne oluyor” sorusunu sorarken üniformalı iki polis kendinden emin, burunları havada kalabalığı yarıp olay mahalline ulaştı. Mevlüt tarafında işler iyice sarpa sarıyordu. Polisleri gören Mustafa durur mu? Kaldırıp kendini yerlere attı. Tepinmeye başladı.

“Yetişin polis abiler, şu adamdan şikayetçiyim. Beni öldürmeye kastetti. Herkes şahittir. Lütfen beni onun eline bırakmayın. Ölme numarası yapmasam beni gerçekten öldürecekti…” gibi birbirine benzeyen çok sayıda cümle sıraladı.

Mevlüt, her şeyi anlamıştı ama başından kaynar sular dökülmüş gibi durmuyordu, içi cız da etmedi. Aksine içini kaplayan huzurla rahatlamış bir hali bile vardı. En azından Mustafa’nın ölme ihtimalinin aniden yok olmasına sevinmişti sanki. Gözlerinin içinde güller açıyordu.

Polisin biri gel anlamında el işareti yaptı. Dua okumadığını dudaklarından tespit ettiğim Mevlüt sorgu odasına geçti. Bunu gören Mustafa hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalktı, üstünü başını toparladı, koşar adım dışarı çıktı. Biz de peşinden çıktık. Yirmi otuz metre yürüdükten sonra hışımla bize döndü.

 “O pezevengin yanına bunu bırakırsam bana da Mustafa demesinler” dedi. Kafasını öfkeyle sallamaya başladı. Sesinde kin vardı, nefret vardı. Gözlerini kıstı.

“Dayım haftaya hapisten çıkacak. Kahveci Baki’nin oğlunu pıçakladı üç yerinden. Oğlan ölmedi de çok şükür… Bir hafta daha yaşasın o deyyus Mevlüt. Onun bağırsaklarını eline vermezsem şerefsizim.”

Döndü arkasını, hışımla uzaklaştı yanımızdan. Davanın oracıkta kapanmamasına üzülürken kimseye anlatamayacağım küçük bir sevinç de belirdi içimde. İnsan başkalarının felaketlerine üzülürken demek küçük sevinçler de yaşayabiliyormuş.

Hastanenin kapısında pişman, yorgun ve beli bükülmüş ihtiyarlar kadar sinik bir yüz belirdi. Mevlüt’tü. Arkasından Zabit çıktı doğal olarak. Sağ eliyle abisinin sırtını sıvazlayıp üzülmemesi gerektiğini söylüyordu muhtemelen. Muhtemelen, arkasında olduğunu fısıldayıp Mevlüt’ü ayakta tutmaya çalışıyordu.

Sorgu odasında neler konuştularsa artık kötü hastalığa yakalanmıştı sanki. Doktorun “Götürün evde dinlensin” telkinine müşerref olmuş, birkaç gün ömrü kalmış insanlar gibiydi hali. Durumuna aldırmadan Mustafa’yla aramızda geçen konuşmayı noktası virgülüne kadar aktardım. Mevlüt’e en ölümcül darbeyi ben vurmuştum fakında olmadan.

Zavallı Mevlüt gözlerini belertti. Omuzlarına taşıyamayacağı yükler yüklenmişti. Dudakları titredi. Gözyaşlarını akıtmamak için kendini tuttu sonra koyuverip çocuklar gibi ağladı. O günden sonra Mevlüt’ü hiçbir zaman görmedim.

Mustafa’ya göre dayısı Kuzu Davut hapisten çıkmış köşe bucak Mevlüt’ü arıyormuş. Yakalarsa patates doğrar gibi doğrayacakmış onu. Milletin illallah ettiği Kuzu lakaplı bıçkın Davut’u ben ömrü hayatımda bir kere olsun görmedim. Adını duymakla yetindim.

Zabit’e göre abisi dünya için gerçekten büyük değermiş. Bütün Avrupa onun peşindeyken o tercihini çekik gözlülerden yana kullanmış. Uzak doğuda kung fu antrenörü olarak kurslar veriyormuş. Bruce Lee’den sonraki ikinci adam oymuş artık. Jeki Cen falan hep hikayeymiş.

Ömer Faruk Ünalan/ ÖTEKİ MAHALLE

Bir yanıt yazın