Siz okurken benim nerede olacağım belli olmayan bu mektuba ”ulan acılarım var benim!” diye avazım çıktığı kadar bağırarak başlamak istiyorum. Ama emin olun yaşıyor olsam bunu asla yapmazdım. Birkaç kere böyle çığlıklara kalkıştım ama anlamsız bakışlarla tekrar içime döndüm. Özellikle de bu yıl içerisinde kafamda hep şu Polyannaca fikir vardı:
‘İnsanlara acılarımı söylersem bana sıkı sıkıya sarılırlar ve bana bunu yaşattıkları için özür dilerler.’
Ah, sizi temin ederim ki böyle bir şey olmadı. Ve insan ırkı yaşadığı sürece de olmayacak.
Acılarımı dünyaya son sızdırışım ‘YAKUB: doğruluğum benim’ ve ‘Yakub’un yurdundan göçü -kalbimden-‘ şiirleri oldu.
Fırsat bulursanız ikisini de okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Ama vakti olmayanlar için de şuraya her birinden bir kesit bırakayım:
”Belki Yakub’u atsam da umut koysam adını
Bendeki bu çaresizliği anca tercüme eder.”
***
”sonra bir yaprağın göğsüme konmasından hiddetlenip
Göğsümü yara yara seni akıtıyorum toprağa
Toprak vatan oluyor o an.”
Öncelikle bu şiirleri yazmam öyle kolay ve şairane değildi. Akşamın dokuzunda, sokak ortasında, buğulu gözlerle gelip geçenlere bakarken, yanı başımdaki kaldırıma çöküp ‘Ah ne sevdim be!’ dedikten sonra yazdım ben bunların birini.
O saatte bir kızın -hem de sokak ortasında- çaresizce duruşunu ben size nasıl anlatayım?
Ya dünya kalbime çökmüşcesine kaldırıma oturuşumu?
Bir anda bendime sığmayıp çevremde ne işleri var diye sorguladığım tüm bu insanlara şiddet eğilimlerinde bulunmak istiyor, bunu hatırama getirerek rahatlamayı umuyorum. Sonra bu eğilimleri bir parça yutarak bir parça da kendime yansıtarak acı bir gülümsemeyle yaşamaya devam ediyorum.
AH!
Evet efendim dedim ya bu mevzu derin siz bir ara okuyun.
Bereket versin ki o akşam çantamda çekirdek vardı da öyle izledim insanları.
Hani böyle beni öldürmüş de mezarıma gelse affedecekmişim gibi.
Şunu da bilmenizi isterim ki bu mektup savaş bilinciyle yazıldı, ergen heyecanıyla değil. Zaten insan bu yaşta ancak bu bilince sahipse ölmek isteyebilir.
Bu zamana dek hep yürüdüm. Amaç yolda olmak dedim ve yürüdüm. Sonra bir usta girdi hayatıma, yürümek yetmez insan bu hastalıklı çağda koşmalı dedi. Aldım bu bilinci de yanıma, koştum. Sıkça, değişken ruh haletleri sergiledim. Kah delicesine sevdim. Kah vebalı gibi kaçtım. Ama insanlar şunu anlamadı ki sevmediğimden değil bazen korktuğumdan kaçtım. İnsan bir şeyi çok beklerse -hele de gençliğin deli yaşı on yedisinde- bir süre sonra bu duruma alışıyor. Bu alışmışlık hali beklenmedik şekilde bozulursa da umarsızca kaçıyor.
Ama bana ağır gelen, hep beklemiş olmama rağmen bir kere kaçtım mı geri dönüşümde beni bekleyenin olmaması. Ağır geliyor derken gururuma yediremiyorum anlamında değil. Sizi temin ederim ki benim kesinlikle bir gururum yok!
Fazlaca deli cesaretim, üç beş kitabım, bir de kimsenin anlamlandıramadığı acılarım var.
Ah bir anlasalar!
Git desem de kalsalar!
– ki empati yapmayı fazlaca önemsediğimden birine nadiren git demişimdir.-
-yani bu konuda bir çocuk hassasiyeti kadar olgunum.-
Kısacık yaşamım boyunca hep içimden geldiğince davrandım. Birine sert davrandıysam öyle olması gerektiği için ya da şartlar onu gerektirdiği için değil de sert davranmayı o an gerçekten uygun gördüğüm için davrandım.
Ya da birini özlemişsem bunu içimde tuttuktan sonra bir anlam ifade etmeyeceğini bildiğimden tutup kolundan seni özledim bile dedim. Hisler yanılmaz. Düz mantık insanı yalnız kılar. Ancak bazen hislere gem vurmak gerekebilir. Bu hislerimizin yanlışlığından değilde muhatabımızın anlayışsız, düşüncesiz ve hislerimizi fena halde incitebilecek davranışlarından korunmak içindir. Yani açık olayım derken duygularınızın katledilmesine izin vermeyiniz.
Ama sizi yine temin ederim ki babam dışında çok az insan naz yapmama, hayır gerek yok dememe izin verdi.
Oysa babam…
Leyla olsam Mecnun’um babam olurdu…
Bir insan bu kadar bilinçli olabilir.
Hiç korkmadan gidip yanına ağladığım, edebiyat ve şiirler ilgili o içime sığmaz hallerimi saatlerce anlattığım, içimdeki çocuğu hiç yadırgamadan bu yaşımda bana şirin babalı uçan balonlar alan başka bir insan belki daha doğmamıştır.
-Son şirin babamın adı Hamdi idi.-
Bu öyle bir babadır ki edebiyattan ve şiirden zerre anlamaz ama benim kendimi geliştirmem için oturur beni dinler, gerçekten merak eder. Kur’an dışında başka kitap okumamış olan bu adam beni her gördüğünde en son okuduğum kitabı sorar.
O tüm ergen hallerimi, okuldaki ve çevremdeki sevdiğim sevmediğim her insanı babama anlattım ben. Benim dünyamdan belki de çok uzak olan bu güzel insan hayret verici şekilde beni hep iştahla dinledi, onu -nadiren- kırdığımda dahi geri dönen o oldu. -sevdiklerinizi lütfen kırmayınız.-
Ne var canım demeyin, bunlar kat’iyen küçümsenecek olaylar değildir.
Bir insan bir insana bu kadar saygı duymasa onun ,ilgisini pek çekmeyen, hobilerine dahi bu kadar şevkle yaklaşmaz. Öyle sanıyorum ki babam beni kızı olduğum için değil de hayata karşı hep o solmaz mücadeleye sahip olduğum için sevdi. Ve hala ilgilenmediği edebiyatı dahi benim bu heyecan dolu ağzımdan saatlerce dinlemeye razı.
Ah, ama neyse nerede kalmıştık?
hah ben intihar edecektim.
Ama edemem ki.
Ben böyle babayı nasıl bırakayım?
NOT: Esaslı bir intihar mektubunu aklıma babam düşünce biraz saptırdım. Ve karar verdim ki haftanın her günününü kirli bulduğumdan 8. günü öleceğim. Demem o ki bu çalkantı beni yutmaya devam edecek ve siz buna yaşamak diyeceksiniz.
Ama yaşamak hangi ucundan tutsam elimde kalan bir hal.
Zeynep KAPLAN