Sulusepken

12729260_952073294872189_6952317365427871244_n

Günler evin içinde yaptığım, kağıttan gemilere benziyordu. Kurak bir evde beraber batıyorduk. Benim yaptığım kağıttan gemiler, gülme bilmezlerdi. Sadece, o kadar yaşayışın içerisinde yalpalayarak su yüzeyinde kalırlardı…

Darmadığındı kafamın içi. Antidepresanlarla, yolumu el yordamıyla bulmaya çalışıyordum. Ayda bir gittiğim rutin kontrollerimden birinde benimle beraber kapıda bekleyen iki kişi daha vardı. Leon’daki Mathilda’ya benziyordu biri. Elinde, Samed Behrengi’nin “Küçük Kara Balık” kitabını tutuyordu. Belli ki o da yerini garipsemişti. Diğer tarafta ise bir Fransız vardı elinde Albert Camus’un “Yabancı” kitabını tutuyordu. Benim elimde ise Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” kitabı vardı. Üçümüz de sıramızı bekliyorduk. Her şey gibi, herkes gibi…

Sıra bana geldiğinde, psikiyatristimin asistanı kapıda belirmişti. “Sergen bey, hoş geldiniz. Emel hanım içerde sizi bekliyorlar, buyrun.” dedi. Fransız ve adının Çiğdem olduğunu o an öğrendiğim Mathilda’ya da ayrı ayrı hoş geldiniz dedi. İçeri girdim, Psikiyatristim, içeri girdiğimde oturmam için eliyle buyur etti, oturdum.

“Nasılsın, Sergen?” diye sordu psikiyatristim. “Her gün kadınların öldürüldüğü, şiddet ve tecavüze uğradığı, çocuk istismarının kol gezdiği, her sokak başında kocaman insanların dilendiği, her gün şehit haberleriyle  bir eve ateş düştüğü, o ateşin kundaktaki çocuğu yetim bıraktığı bir dünyada ne kadar iyi olabilirsem, o kadar iyiyim hocam!” Doktorum, belli belirsiz iç geçirdi. Ayağa kalktı, pencereyi açtı. Sonra, çekmecesinin ilk gözünden Prozac şurubunu aldı, içti. Belli ki, o da depresyondaydı. Oturduktan sonra, yarım olan ilacımın dozunu tama çıkardı. Aksatmamam gerektiğini, üstüne basa basa söyledi…

Klinik’ten ayrıldım. Henüz kahvaltı yapmamıştım, karşıdaki büfeye oturdum. Bir kaşarlı tost ve bir de çay söyledim. Her zaman yaptığım gibi can sıkıntımı giderebilmek ve bazen de oyalanmak için kendimce uydurduğum bir oyunu oynamaya başladım. Oyun şuydu:  Bu coğrafyada yaşamamış insanlar, bu coğrafya da yaşasaydı şimdi ne yaparlardı?  Karl Marx, Afyon yolundaki gişe memurluğunun üçüncü yılını doldurmuş olurdu. Dostoyevski, “İnsancıklar” romanını yakar, bütün gün kahvede çayına, gazozuna okey oynardı. Keynes, bir bankada veznedar olurdu. Freud, atanmayı bekleyen bir Felsefe mezunu olurdu. Proust, sakızlar için mani yazardı…

Benim çay ve tostumu getirdi garson. O ara, ağır adımlarla Mathilda’da geliyordu büfeye doğru. Mathilda geldikten sonra garsondan bir çay ve bir de kül tablası istedi. Çantasından sigarasını ve zipposunu çıkardı. O ara zaman biraz yavaşladı, uzaktan bir yerden  Nina Simone “Feeling Good” çalıyordu kulağıma. Vanilyalı sigarasını yaktı, derin bir nefes aldıktan sonra birkaç damla gözyaşı masmavi gözlerinden usul usul akmaya başladı. Ve birden anlamsız bir gök gürültüsü duyuldu, yağmur yağmaya başladı. Hep böyle olmaz mıydı? Nedensiz bir kadın ağlardı, bir şehre yağmur yağardı…

Yağmur tüm şiddetini arttırmış bir şekilde yağarken, bu sefer büfeye Fransız geliyordu. Yarı Fransız yarı Türkçe aksanıyla bir karışık tost istedi garsondan. Bu sefer de MFÖ “Buselik Makamına” çalmaya başladı. Belki de çalmıyordu, bu da zaman geçirmek için oynadığım oyunlardan biriydi ya da Fransız tatil için geldiği bu şehirde geçen ay trafik kazasında kaybettiği eşini hâlâ çok seviyordu. Ve o kadar çok seviyordu ki, onun belki bir gün çıkıp geleceği umuduyla bekliyordu. Hatta ekliyordu, geldiğinde beni bulamazsa o çok üzülür. O yüzden onsuz bu şehirden asla ayrılmam diyordu. Kim bilir…

Yağmur dinmişti. Yağmur dindikten sonra, Fransız ve Mathilda farklı istikametlere, hiçbir yere doğru yürümeye başladılar. Ben, bir taraftan Frank Sinatra’dan “If You Go Away” dinliyor diğer taraftan Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinin son dizelerini mırıldanarak yürüyordum. Umudu dürtmeye, umutsuzluğu yatıştırmaya çalışıyordum, tabii mümkünse…

Ah güzel Ahmet Abim benim.

Gördün mü bak?

Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar

ve dağılmış pazar yerlerine memleket.

Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile.

Gelse de,

öyle sürekli değil.

Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün,

o kadar çabuk,

o kadar kısa

İşte o kadar…

sade-arka-plan-siyah-1

Fuat Can Gevri

Bir yanıt yazın