Devletlerin hayatında fetret (karışıklık-kaos) dönemleri ne kadar sıkıntılı dönemlerse, o kadar da gelecek için müjdeler taşır .
1402-1413 fetreti Osmanlı Devletinin silkinip yeniden kendine gelmesine, hata ve kusurlarının düzeltilmesine sebep olması, belki de İstanbul’un Fethinin ve sonrasındaki gelişmelerin işaret fişeği olmuştur.
1453-1699 ihtişamını bütün dünyanın kabul ettiği “Devlet-i Aliye”nin her alanda Dünya Tarihine damgasını vurduğu yıllar… Fatih, Yavuz, Kanuni üçlüsünün yönetimindeki huzur dolu toplumda; Mimar Sinan (Mimari), Ali Kuşçu, Sinan Paşa, Molla Lütfi, Müslihüddin bin Sinan, Matrakçı Nasuh, Takiyüddin Mehmet (Matematik-Astronomi), Piri Reis, Seydi Ali Reis (Coğrafya), Sabuncuoğlu Şerafeddin ( Tıp), Kemal Paşazade, Hoca Saadeddin , Tursunbey ,Neşri (Tarih), Baki, Fuzuli, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal ( Edebiyat) gibi daha niceleri yetişti.
1600 yıllar; Mimar Sedefkar Mehmet Ağa ( Sultan Ahmet Camii Mimarı ) , Evliya Çelebi (Seyyah), Katip Çelebi (Coğrafya), Naima ( Tarihçi), Itri ( Musiki), Lagari Hasan Paşa ( Roketle uçtu) Hazerfen Ahmet Çelebi (Kanat takarak uçtu).
1839 yılı Osmanlı Devleti için sonun başlangıcı mıdır, bilinmez; bundan sonrası zor yıllar. Beş yüz yıllık devlet ve toplum hayatındaki İslami değerlerin yok sayılarak geri kalmışlığa çare olarak gösterilen fakat, iki beden elbise giydirilmek istenilen Osmanlı toplumu Gülhane’de okunan “Hattı Hümayunla” ilk kez duydukları “haklara” inanamadı. Batılılar, Batılılaşanlar ve Osmanlıyı batırmaya çalışanların aralarındaki bayram havasına karşılık Müslümanlardaki şaşkınlık ve itirazlar sonuçlanmadan 1856’da “Islahat Fermanı” ile Gayri Müslimler (Müslüman olmayanlar) bu güne kadar görmedikleri, İngiliz ve Fransızlar olmasaydı göremeyecekleri, haklara sahip oldular. Kendileri için zül kabul ettikleri “Cizye Vergisinin” kaldırılması, tek başına Onlar için büyük başarı olmuştu. Islahat Fermanı Müslüman olmayanlara memur olma yasağı da kalkınca koca çınar ağacına kurtçukların girmesi uzun sürmeyecektir. İdari alanda İslami karakter taşıyan Osmanlı Devletinde memur olmanın temel şartlarında birisi Müslüman olmak ve Türkçe bilmekti.1856 ya gelinceye kadar Gayri Müslimler memuriyete girme gayretleri sonuç vermedi. Bundan sonra ise Devlet içinde “Truva Atları” çoğalacaktır.
Düşmanlarının “Hasta Adam” diyerek paylaşma projeleri ürettiği, sarsıldığı, sallandığı fakat ayakta olduğunu her olayda gösterdiği bu zamanlarda, nice basiretli, dirayetli, siyasi deha devlet adamları çıkmıştır.
- Abdülhamit bunlardan biridir. Bunu böyle kabul etmeyen “Truva Atlarının” önde gideni İttihat Terakki çete üyeleri onu tahtan indirmek için yapmadıkları ihanet kalmadı. Ne yazık ki Devlet düşmanı Yahudi ve Ermenilerle işbirliğine girecek kadar ileriye gittiler.
1876’da Kanuni Esasiyi ( Anayasa) ilan edip, seçimler yaparak Mebusan Meclisini açan Sultan II. Abdülhamit Osmanlı –Rus (1877-1878) savaşının çıkması ile meclisi kapadı. Neden mi? Bu mecliste 71 Müslüman, 44 Hıristiyan,4 Yahudi, 23 Ayan bulunmaktadır. Rusya ile savaş devam ederken bu milletvekilleri devletin kurtulmasına çare arayacaklarına Rusların Balkan işgalini kolaylaştıracak politikalar geliştiriyorlardı. Osmanlı milletvekilleri Devletin selametine değil, felaketine zemin hazırlıyorlardı. Mebusan Meclisi kapanmış Sultan Abdülhamit, tahtan indirilinceye kadar (1909) tek başına devleti yönetti.
Tarih biliminin, en bilinen kurallarından “Tarihi olaylar geçtiği zamanın şartlarına göre değerlendirilir” ilkesi göz ardı edilerek bu durumu sert, yanlış ve eksik değerlendiren tarihçileri de bir tarafa bırakmadan, özellikle, Osmanlının, yerli ve yabancı düşmanlarının haksız, taraflı bakış açılarını kesin doğrularmış gibi öğretilmesi, anlatılması, II. Abdülhamit’e yapılan en büyük haksızlıktır.
- Abdülhamit’in tek başına ülkeyi yönettiği yıllar arasında “dış destekli iç hain takviyeli” İttihat ve Terakki çetesinin kurulması “Truva Atlarının “ yüzünü güldürecek, zaman geçtikçe yaptıkları hataları anlayanlar ve Padişaha karşı yaptıklarından pişman olanlar olacaktır, fakat iş işten geçmiş olacak. Hüseyin Cahid (Yalçın) ( II. Abdülhamit’i hiç sevmez) hatıratında: “Abdülhamid ile görüşen Avrupalılar, onun pek çekici ve bağlayıcı bir nezaket ve şahsiyeti olduğunu öteden beri yazarlardı. Bunu dalkavukluğa ve menfaatperestliğe hamlederek inanmazdık. Fakat bu gece Abdülhamid’deki büyük cazibeyi ben yakından gördüm. Ziyafet sonunda hemen bütün mebusların/milletvekillerinin kalbini kazanmıştı”.
Neden bu düşmanlık? Anlatalım; Sultan II. Abdülhamit, Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşme planlarının önüne geçen bir padişah olarak bilinir. Bu tutumundan dolayı da Yahudilerin yönlendirdiği bütün fitne teşkilatlarının ana hedefi haline gelmişti.
Siyonizm’in fikir babası olarak bilinen Teodor Hertzl, kendilerine Filistin’de toprak verilmesi için Sultan II. Abdülhamit’le görüşme yapmak istedi. Bazı kitaplarda II. Abdülhamit’in onlarla görüştüğü ancak tekliflerini reddettiği söyleniyor. Oysa gerçekte II. Abdülhamit onlarla görüşmeyi kabul etmemiştir. Bunun üzerine Yahudi heyeti Başbakan Tahsin Paşa yoluyla tekliflerini iletmişlerdir.
Yahudiler 1902 yılında Tahsin Paşa yoluyla padişaha ilettikleri tekliflerinde şunları bildiriyorlardı:
“Yahudiler aşağıda bulunan hususları taahhüt ederler:
1. Osmanlı devletinin otuz üç milyon İngiliz altınına ulaşan borçlarının tamamını ödemeyi,
2. İmparatorluğu korumak için 120 milyon altın franka mal olacak deniz filosu yaptırmayı,
3. Devletin mali durumunu canlandırmak için otuz beş milyon altın lira faizsiz borç vermeyi.
Bütün bunlar Yahudilerin, yılın herhangi bir gününde Filistin’e ziyaret maksadıyla girmelerine müsaade edilmesine ve Yahudilerin Kudüs-i Şerif ‘te kendi dinlerine mensup olanların ziyaretleri esnasında içinde kalabilecekleri bir müstemleke (kanton) kurmalarına izin vermesine karşılıktır”.
Sultan II. Abdülhamit’e böyle bir teklifte bulunan heyetin başında Siyonizm’in babası Hertzl vardı. Yukarıda kendisinden söz ettiğimiz Emanuel Karaso da bu heyetin içinde bulunuyordu.
Yahudilerin bu teklifine Sultan II. Abdülhamit’in cevabı şu olmuştur:
“Tahsin! Onlara de ki:
Devletin borçları onun için bir ayıp değildir. Çünkü Fransa gibi başka devletlerin de borçları vardır ve borçları onlara zarar vermemektedir.
Kudüs-i Şerif’i İslam’a ilk önce Hz. Ömer (r.a.) hediye etmiştir. Burayı Yahudilere satma kara lekesini ve Müslümanların korumam için bana tevdi ettikleri emanete ihanet etme suçunu yüklenemem.
Yahudiler, mallarını kendilerine saklasınlar. Devleti Aliye’nin İslam düşmanlarının mallarıyla yapılan kalelerin arkasına sığınması mümkün değildir.
Emret çıksınlar! Bir daha benimle görüşmeye veya buraya girmeye uğraşmasınlar”.
Siyonist lider Teodor Hertzl de anılarında, Sultan II. Abdülhamit’in kendilerine şu cevabı verdiğini yazmaktadır: “Doktor Hertzl’e bu konuda yeni adımlar atmamasını öğütleyin. Çünkü ben bir karış toprak dahi veremem. Orası benim kendi mülküm değil milletimin mülküdür. Milletim bu yer için savaşmış ve orayı kanı ile sulamıştır. Yahudiler milyonlarını kendilerine saklasınlar. Bir gün gelir de imparatorluğum parçalanırsa işte o zaman Yahudiler, Filistin’i para ödemeden alabilirler. Fakat ben sağ olduğum müddetçe bedenimin neşterle yarılması Filistin’in İmparatorluğumdan koparılmasından benim için daha kolay bir hadisedir. Bu imkansız bir şeydir. Ben daha sağ iken bedenimizin üzerinde otopsi yapılmasına asla müsaade edemem.”
Sultan II. Abdülhamit, hatıralarında da Yahudilerin Filistin’e yerleşme fikirleri hakkında oldukça ilginç noktalara parmak basmaktadır. Şöyle diyor Sultan II. Abdülhamit:
“Yahudiler, Avrupa’da Doğu’da olduğundan daha fazla bir kudrete sahiptirler. Bu sebeple de birçok Avrupalı devlet çok artmış olan Semit (Yahudi) ırkından kurtulabilmek için Yahudilerin Filistin’e muhaceretini iyi karşılayacaklardır. Fakat bizim memleketimizde kafi Yahudi vardır. Eğer Filistin’de Müslüman Arap unsurunun faikıyetini (üstünlüğünü) muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz… Siyonistler Filistin’de yalnız ziraat yapmak değil, orada hükümet kurmak, siyasi temsilcilerini seçmek gibi şeyler de arzuluyorlar.”
Sultan II. Abdülhamit, yukarıda sözünü ettiğimiz İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çıkardığı ve tarihe 31 Mart Vak’ası diye geçen isyandan sonra tahttan indirilmiştir. Bu olayda ilginç olan bir şey şuydu: 31 Mart isyanını çıkaranlar ve kışkırtanlar İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları veya onların yönlendirdiği kimselerdi. Daha sonra padişahın tahttan indirilmesine de yine bu cemiyet karar verdi ve bu kararında padişahı 31 Mart isyanına sebep olmakla suçladı. Yani kendi suçlarını padişaha yükleyerek bunu onun tahttan indirilmesi için gerekçe olarak kullanmışlardı. Padişahın hal’ine (yani saltanattan indirilmesine) dair kararı ona tebliğ eden heyetin arasında yer alanlardan biri de yukarıda sözünü ettiğimiz Emanuel Karaso idi. Bu kararı tebliğ eden heyetin içinde bir tek Türk yoktu. Osmanlı ahalisini temsilen padişahın karşısına çıktığını iddia eden böyle bir heyette, ahalinin ana unsurunu teşkil eden ve devletin yönetimini resmiyette elinde tutan önemli bir etnik unsuru temsil eden bir tek kişinin bulunmaması dikkat çekiciydi. Padişah da bu durum karşısında şu ifadeyi kullanmıştı: “Bir Türk padişahına, otuz üç sene bu makamda bulunmuş İslam halifesine hal’ kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir hain ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?”
Ne yazık ki, Filistin topraklarının Yahudilere satılması için rüşvet teklifinde bulunduğunda Sultan II. Abdülhamit tarafından kovulan Yahudi Emanuel Karaso bu kez sultanın hal’ kararını tebliğ için onun karşısına çıkmıştı. İşte bu ihanetin şartlarını hazırlayan teşkilat da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ydi.
Bu arada İsrail’in ilk başbakanı Ben Gurion’un da II. Abdülhamit döneminde İstanbul Hukuk Fakültesinde okuduğunu ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bünyesinde padişah aleyhine çalışmalara katıldığını hatırlatalım. Ben Gurion Birinci Dünya Harbi’nin patlak vermesinden sonra Kudüs’e döndü.
31 Mart olayı ile Sultan’ın tahtan indirilmesi ile Devlet’in düşmanlarına gün doğdu. Felaketler art arda gelmeye başladı;1908 Bulgaristan bağımsız oldu.1911 Trablusgarp Savaşı sonunda Uşi Antlaşması ile 1517 başlayan Afrika yönetimi son buldu.1912 “Büyük Felaket” Balkan Savaşları’nın başlaması. Evlad-ı Fatihan vatanını terk edecek. Anadolu’ya göç yolları kurulacak. Çekilen acıların, görülen zulümlerin, yapılan işkencelerin sınırı yok. Balkan zulmünden Ömer Seyfettin de nasibini alacak. Esaret hayatı elbette kalemine de etki edecekti. 1913 Atina (Yunanistan), 1913 İstanbul ( Bulgaristan) Antlaşmaları ile nereleri kaybedilmedi ki. Ve sonra “koyu karanlık zamanların” başlaması (1914-1918) I. Dünya Savaşı.
“Karanlığın en koyu anı, aydınlığa en yakın zaman mı, sorusuna “Evet” cevabı veren birçok olay yaşanmış tarihimizde.
“Olaylar mı kahramanları ortay çıkarır, yoksa kahramanlar mı olayları meydan getirir”i tartışmak belki bir “beyin fırtınası “için güzel sonuçlar çıkarır. Olacak olan olur. Olması gerekenler de olmuştur. Dağılma sürecine girmiş Osmanlı Devletini yıkılmaktan kurtarma ,tekrar eski gücüne kavuşturmak için, bir çok aydın, düşünür ve münevver bir araya gelerek çareler aramaya başladılar.
Devletin kendi sınırları içinde din,dil,ırk ayrımı gözetmeden herkesin ,hukuk karşısında eşit olduğu “Osmanlı Milleti “oluşturmaya çalışan “Osmanlıcı”lar; Batının her şeyini alalımdan, hayır sadece teknolojisini alalım taştırmaları içinde “Batıcı”lar. Umudunu Osmanlı “Sultan-Halifesi”nin etrafında İslam Dünyasının birleşmesine bağlayan “İslamcı –Ümmetçiler”. İç siyasetteki memnuniyetsizliklerin ve Avrupa’da başlayan “Bağımsızlık Hareketlerinin getirdiği toprak kayıplarını önlemenin yolunun “yerinden yönetim”le halledileceğine inanan “Adem-i Merkeziyetçiler”.Fransız İhtilalinin etkisi ile Osmanlı toprakları içinde ki birçok Avrupalı ulusun “Ulusal Devlet” lerini kurmalarından etkilenen Türk Aydınlarının bir araya gelerek Osmanlı sınırları içinde Türklerin de kendi “Ulusal Devlet” lerini kurulmasını savunan “Türkçüler”.
Problem aynı , reçeteler farklı . Bu kaos ortamında “olaylar kahramanlarını çıkarmak üzere.Her alanda kıpırdanma; Askeri, siyasi, ekonomik, hukuki ve bunun yanında edebi alanda yazılmayanların yazılması ,söylenmeyenlerin söylenmesi için gazetelerin, kitapların yayınlanması ile gelen yenilikler ;Ömer Seyfettin’in edebiyat alanında “Milli Edebiyat için Milli Lisan “parolası ile “Milli uyanış”.
Osmanlı Tebaasının birçokları;(1829) Yunanistan,(1878) Sırbistan,(1908) Bulgaristan “Milli Devletlerini” kurdular. Devlet-i Aliye paramparça… Osmanlının gerçek nüvesi olan Türklerde “Milli Devletlerini” kurmanın alt yapısını oluşturmaktadır, bu tarihlerde, sonucunu yıllar sonra alınacağını bilmeden.
Zor zamanların zorbaları olduğu gibi, kahramanları ve dâhiler de olacaktır. Altının, ateşle imtihanı, kalitesinin artmasını sağlar.
ⓘⓓⓔⓑⓘⓨⓐⓣ
Cemil YÖRÜK