Saat gece üç sularıydı, yağmur tüm şiddetini arttırmış bir şekilde yağıyordu, hava çok soğuktu. Aynı sıkıntılar Hikmet’i yine bunaltmıştı. Bir gece yarısı attı kendini sokağa. Bir süre yürüdü çok ıslandı. Paltosunu kurutabileceği bir yer aradı. Karşı kaldırımda açık olan bir kahve gördü, hemen koşar adım kahveye doğru yürüdü.
Kahveye girdikten sonra onu 55 60 yaşlarında hafif kır saçlı, biraz da kilolu bir adam karşıladı. Kahvenin sahibi olsa gerek diye düşündü. Kafasıyla selam verip, sobanın hemen yanındaki masaya oturdu. Kahvenin sahibi de ocağın başına geçti . Raftan iki bardak alıp, yeni demlediği çayı bardaklara doldurdu. Hikmet sırılsıklam olan paltosunu çıkarıp, sobanın askılığına astı.
Kahvenin sahibi, saatin hem geç olmasından hem de yalnız olmanın sıkıntısını giderebilmek için Hikmet’in yanına oturdu, çayları masaya koydu. İç cebinden sigara pakedini çıkardı. “İçer misin?” diye sordu. Hikmet paketten bir dal sigara aldı, sonra bir dal da Kahveci İhsan aldı, pakedi masaya koydu sonra pantolonunun cebinden çakmağını çıkarıp önce kendisininkini sonra da Hikmet’in sigarasını yaktı. Kahvenin sahibi sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra anlatmaya başladı.
“Geceleri, insanlar evlerinde olup yataklarında uyurken ben buradaydım. Sabah 6 gibi kapatırım burayı sonra sabah 10 gibi de geri açarım, uyuyor musun, diye soracak olursan? Bazen. O da benim ufak oğlan gelip açarsa işte. Okuyor, bu sene 4.sınıfa geçti, büyüyünce doktor olacağım diyor. Bir de bunun abisi var, çok okutmak istedim haylazı, ama ben okumayacağım dedi, gel kahvenin başına geç dedim, ona da yanaşmadı. Şimdi aylak aylak geziyor sokaklarda.”
Hikmet, kahvenin sahibinin her şeyi anlatmasına çok şaşırmıştı. Ancak bir taraftan da onu dikkatli bir şekilde dinliyordu. Kahvenin sahibinin gözlerinde çaresizlik görüyordu, kendi de yaşamıştı bunu kimi zaman. Bir şeyler söylemek istedi ancak dili lâl olmuştu Hikmet’in. Kahvenin sahibi devam ediyordu.
“Dün doktora gittim, ağır hastaymışım,yaşayacağım çok az gün kalmış. Ömür de biçmişler bana. Sigara içme, tatil yap, iyi değerlendir diyor doktor. Kimse bilmiyor biliyor musun? Söyleyemedim hiç kimseye. Ölene kadar da devam edeceğim bu yalana ve hayata. Çünkü hayatın bize biçtiği rolümüz bu. Aklıma, ufaklıklar geliyor onlar ne yapacak diyorum. Küçük bir şekilde kurtarır hayatını ya büyük? Kahveyi de satar çeker gider buradan. Bir yerlere sıkışmış bir hayatımız var, çıkamıyoruz bir türlü oradan, debelenip duruyoruz. Dertlerimle seni de boğdum evlat, kusura bakma. Malum geceleri insan hüzünlü oluyor ömrü de azalmışsa daha da…”
Hikmet, lafa girdi. “Yok, hayır estağfurullah. Hepimiz bir gun öleceğiz zaten ha şimdi ha sonra ne farkeder ki? Doğamız, misyonumuz bu. Bize bir sınır çizmişler, orada tüm yaşayacaklarımızı yaşamıyor, konuşacağımız şeyler olduğu zaman da susuyoruz. Önce konuşmayı öğrettiler bize, sonra da susmayı. Anlayamıyoruz birbirimizi, anlamadan anlaşmaya çalışıyoruz. Ve dedin ya abi, debeleniyoruz diye. Evet abi, bir bataklığın içinde her gün biraz daha batarak…”
Kahveci İhsan “Birer bardak daha çay içer miyiz evlat?” diye sordu Hikmet’e. Hikmet bardağındaki son yudumu da kafasına dikip “İçeriz, abi gece uzun…” diye cevap verdi.
Kahveci İhsan, çayları tazeleyip masaya getirmişti.Hikmet’in omzuna elini attı ve sordu “Bir şeyler var senin yüzünde de evlat, acıyla yoğrulmuş bir yüz görüyorum. İnsan kanser olduktan sonra, hayatı daha gerçekçi görüyor. Başlayan ve biten şeyleri gördükçe ölümün de var olduğunu, ve sanki apansız, hiçbir şeye yetişemeden hiçbir şeyi tamamlayamadan ölebileceğimi biliyor. Bana, ölüm var ve sen de öleceksin koca İhsan diyor, sen de öleceksin.”
Hikmet, kafasını kaşıdı sonra eliyle sigara pakedini gösterdi “Alabilir miyim?” diye sordu. Kahveci İhsan kafasını salladı. Hikmet anlatmaya başladı. “Son günlerde pek iyi şeyler yaşamadım İhsan abi. kimi sevsem kime bağlansam bir bir gittiler yanımdan. Hep bir başıma bıraktılar beni, mutsuzsun, düzel dediler. Ama sebebini sormadı kimse, mutsuzluğun bulaşıcı olduğunu, herkese bulaştıracağımı söylediler. Ama sormadı işte kimse.”
Kahveci İhsan da paketten bir sigara çıkarıp yaktı. “Öyledir evlat. Kimse sormaz neyin var diye? Sadece bir çemberin içinde olup olmadığına bakarlar. Yoksan, işte kapı şurada derler.” İkisi de bir süre sustu birbirlerine bakmadan…
Dışarda yağmur sicim gibi yağıyordu. Kahveci İhsan, ortamdaki o hüzünlü sessizliği bozmak için “Anlat bakalım, ne işle meşgulsün?” diye sordu Hikmet’e. “Tıp okuyordum abi, son sınıfta bıraktım.” Kahveci İhsan şaşırmıştı, “İlginç, neden bıraktın peki?” diye sordu Hikmet’e. “Korkuyorum abi ben de senin gibi. İnsanların içlerini görebilmek çok korkutucu be abi.” diye cevap verdi. İkisi de güldü…
Saat 5.30’u gösteriyordu. Hikmet, montunu sobanın askılığından aldı kurumuştu. Montunu giydi, “Abi ben artık kalkayım” dedi. Kahveci İhsan yine öksürdü, uzun uzun baktı Hikmet’e. “Evlat, bir gün yine gel olur mu? Hem bu sefer geldiğinde ben de röntgen filmlerimi de getiririm, sen de bakarsın röntgen filmlerime. İçimizi, dışımızı görelim ama değil mi?” Hikmet gülerek başıyla onayladı “tabii tabii” dedi. Montunu giydi ve çıktı…
Hikmet, uzun bir süre uğrayamadı buraya. O süre de dişini sıktı, uğramadığı okuluna tekrardan döndü ve okuldan mezun oldu. Bir gece, yine çıktı sokağa aynı kaldırımlarda yürüdü, aynı sıkıntılar yine hasıl olmuştu. Kahvenin önüne geldiğinde ışıkların kapalı olduğunu gördü. Bir yazı asılıydı kapıda ama okuyamıyordu. Cebinden telefonunu çıkarttı, ışığını açtı, yazıya doğru tuttu ve okumaya başladı: CENAZE DOLAYISIYLA KAPALIYIZ.
ⓘⓓⓔⓑⓘⓨⓐⓣ
Fuat Can Gevri