Bir bakanlıkta… Ama hangisinde olduğunu söylemeyeyim daha iyi. Dünyada, bütün
bakanlıklarda, alaylarda,
dairelerde çalışanlar gibi, kısacası şu memur tayfası gibi alıngan insan yoktur. Bugün
iş o dereceye vardı ki,
birisi bir aşağılamaya uğramaya görsün, bütün topluluğun aşağılandığını söylüyor.
Anlattıklarına göre, bir polis
başkomiseri, hangi kentten olduğunu unuttum, geçenlerde gönderdiği bir dilekçede,
hükümet buyruklarının asla
göz önünde tutulmadığını, devletin kutsal adının küçük görüldüğünü açıkça
kanıtlıyormuş. Sözlerine kanıt olarak
da bir romantik yapıtın kocaman cildini dilekçesine eklemiş; bu kitapta, her on
sayfada bir başkomiser
görünüyormuş, hem de kimi yerlerinde zil zurna sarhoş olarak. Bu yüzden tatsız bir
olay çıkmasın diye, sözü
geçen bakanlığa, bir bakanlık deyip geçeceğiz.
Evet, bir bakanlıkta çalışan bir memur vardı; pek göze çarpmayan bir memur; boyu
kısa, yüzü hafif çiçek
bozuğu, kızılımsı, hafif çipil gözlüydü; kafasının küçük bir kısmı çıplak, iki yanağı da
kırışıklar içinde, yüzü,
kara-sarı denilen renkteydi. Ama ne çare, kabahat, Petersburg’un havasında.
Rütbesine gelince (çünkü bizde her
şeyden önce rütbeye bakılır); yaşamda görüp göreceği rütbe, yazıcılıktı (9); dişli
olmayanlara yüklenmeyi seven
yazarların bol bol alaya aldıkları yazıcılardan biri. Soyadı İskarpinoğlu’ydu. Bu adın
iskarpinden geldiği besbelli;
ama ne zaman, nasıl geldiği bilinmiyor. Aslına bakılırsa babası, büyük babası, yeğeni
bile, yani bütün
İskarpinoğulları çizme giyerler, yalnızca yılda üç kez çizmelerine pençe vurdururlardı.
Öz adı Akakiy
Akakiyeviç’ti. Okuyucuya bu ad, biraz garip, biraz özentili görünebilir, ama inanır
mısınız, bu ad öyle uzun
boylu aranmış değildir. İş öyle bir çıkmaza girdi ki, ona başka bir ad vermeye olanak
olmadı. Bakın bu, nasıl
oldu: Akakiy Akakiyeviç, martın yirmi ikisini yirmi üçüne bağlayan gece doğmuştu. Bir
memur karısı, çok iyi
bir kadıncağız olan rahmetli annesi, çocuğuna yolu yordamınca bir ad koymaya
hazırlanıyordu. Anne, henüz
kapının karşısındaki yatağında yatıyor, sağında çok iyi bir adam, senato
düzelticilerinden, çocuğun vaftiz babası
İvan İvanoviç Yeroşkin ile vaftiz annesi, mahalle polisinin eşine az raslanır iyi bir kadın
olan karısı Arina
Semiyonovna Belobruşkova duruyordu. Loğusaya üç addan birini beğenip seçmesini,
çocuğa ya Mokkiya, ya
Sosiya, ya şehit Hozdazata adını vermesini söylediler. Rahmetli, epey düşündükten
sonra, “Hayır, bu adlar bir
tuhaf!” dedi. Ona bir ad beğendirmek için takvimin başka bir yerini açtılar; üç ad
daha çıktı: Strifiliy, Dula,
Varahasiy. Bunları işitince kadıncağız, “Nedir bu bizim çilemiz,” dedi, “Ne biçim ad
bunlar, vallahi yaşamımda
böylesini ne gördüm, ne işittim. Varadat ya da Varuh olsa neyse, ama Trifiliy,
Varahasiy de ne oluyormuş!”
Takvimden bir yaprak daha açtılar, şu adlar çıktı: Pavsikahiy, Bahtisiy. Kadın, “Eh,
elden ne gelir,” dedi,
“Talihimize küselim. Öyleyse, varsın babasının adını taşısın. Babası Akakiy’di, oğlu da
Akakiy oluversin?”
Böylece Akakiy Akakiyeviç ortaya çıktı. Çocuğu vaftiz ettiler; bu arada çocuk, sanki
ileride yazıcı olacağını
sezmiş gibi, öyle bir çığlık kopardı, yüzünü öyle buruşturdu ki, sormayın. İşte bütün
bu işler böylece olup bitti.
Bütün bunları, bu işin ister istemez böyle olduğunu, çocuğa başka bir ad koymanın
olanaksız olduğunu okur
görüp öğrensin diye anlatıyoruz. Ne zaman bakanlığa girdi, onu işe kim yerleştirdi,
bugün bunları kimse
anımsamıyor. Birçok müdür, birçok memur değişti, onu hep aynı yazıcılıkta buldular.
En sonra şuna inandılar ki,
o üniformasıyla, dazlak kafasıyla bu iş için tümüyle hazır olarak dünyaya gelmişti.
Bakanlıkta onu kimse
saymazdı. Odacılar, o geçerken ayağa kalkmak şöyle dursun, sanki koridordan bir
sinek uçuyormuş gibi, yüzüne
bile bakmazlardı. Üstleri ona karşı soğuk, sert davranırlardı. Herhangi bir ikinci yazıcı,
öyle incelik gözetilen
dairelerde olduğu gibi, “Lütfen temize çekin,” ya da “Meraklı, hoş bir iş değil mi?” gibi
tatlı sözler söylemeden
karalamaları önüne atardı. Akakiy Akakiyeviç de kimin verdiğine, vermeye yetkisi
olup olmadığına bakmadan
bunları alır, hemen temize çekmeye koyulurdu. Gençler olanca memur zekâlarını
kullanarak onunla alay ederler,
yanında kendisiyle yetmişlik ev sahibi kadın için uydurdukları öyküleri anlatır,
kadından dayak yediğini
söylerler, ne zaman evleneceklerini sorarlar, başına kar diye kâğıtlar serperlerdi. Ama
Akakiy Akakiyeviç, sanki
karşısında kimse yokmuş gibi ağzını açıp da tek söz söylemezdi; dahası, çalışması
üzerinde bunların hiçbir etkisi
olmazdı; bu hayhuy arasında, bir tek yanlış yapmadan, boyuna yazardı. Yalnızca
alaylar çekilmez bir dereceye
varınca, elini itip işine engel oldukları zaman, “Bırakın beni Allahaşkına, ne diye bana
eziyet ediyorsunuz.”
derdi. Bu sözleri söylerken de sesinde garip bir şey duyulurdu. Bu sözlerde öyle içe
dokunan bir eda vardı ki,
daireye yeni girmiş olan ve arkadaşlarına uyup onunla alay etmeye kalkışan genç bir
memur, bu sözleri işitince,
yıldırımla vurulmuşa dönmüş, o zamandan sonra da gözünde her şey değişmiş,
bambaşka bir anlam kazanmıştı.
Anlaşılmaz bir güç, onu, ilk tanıştığı zaman ince, kibar sandığı arkadaşlarından
uzaklaştırmıştı. Aradan uzun
zaman geçtikten sonra da, en neşeli zamanlarında bile, o ufak tefek, dazlak kafalı
memur gözlerinin önüne
gelirdi; onun yüreğe işleyen, “Bırakın beni Allah aşkına, niçin bana eziyet
ediyorsunuz?” sözlerini işitir gibi
olurdu. Bu sözler kimi zaman kulağında, “Ben senin kardeşinim,” dermiş gibi çınlardı.
Zavallı genç, yüzünü
elleriyle kapatır, bütün yaşamı boyunca da insanların ne denli insanlıktan uzak
olduğunu, ince, öğrenim ve
eğitim görmüş kibar denilen kimselerde; inanır mısınız, soydan namuslu tanınanlarda
bile, ne canavarca bir
kabalık bulunduğunu görür, tüyleri diken diken olurdu.
Akakiy Akakiyeviç denli memurlukla haşır neşir olmuş bir insan var mıdır bilmem?
Büyük bir çabayla
çalıştığını söylemek yetmez; aşkla, coşkuyla çalışır, temize çekme işinde değişik bir
dünya görürdü. Yazı
yazarken yüzünde derin bir hazzın izleri belirirdi; bazı harfler gözdesiydi; bu harflere
gelince, kendisinden geçer,
gülümser, göz kırpar, dudaklarıyla da kalemine yardım ederdi; denebilir ki,
kaleminden çıkan her harf, yüzünde
okunabilirdi. Bu canla başla çalışmalarına karşılık ödül alsaydı, kendisi de bu işe
şaşadursun, düzelticiliğe bile
yükselebilirdi; ama alaycı arkadaşlarının uydurup ikide bir yineledikleri gibi o hep
yerinde kalmıştı.
Ancak hiç dikkati çekmediği de söylenemez. İyi yürekli bir müdür, hizmetlerine
karşılık onu ödüllendirmek
istemiş, kendisine bu küçük temize çekme işinden daha önemlice bir iş verilmesini
buyurmuş; bu iş de, başka bir
daireye gönderilmek üzere hazırlanan yazıların başlıklarını değiştirmek, bir iki yerde
de eylemleri birinci kişiden
üçüncü kişiye çevirmekti. Bu iş, onun başını derde soktu, kan ter içinde kalıyor,
boyuna alnını siliyordu; en
sonunda, “Hayır, hayır, iyisi mi bana bir şey verin de temize çekeyim,” dedi. O
zamandan beri yazıcılıkta kaldı.
Onun için, dünyada, yazıları temize çekmekten başka hiçbir şey olmasa gerekti.
Üstüne başına bakmazdı; üniformasının yeşili kaybolmuş, pas rengi almıştı. Yakası
öyle dar, öyle ensizdi ki,
aslında uzunca olan boynu daha da uzun görünür, Rusya’da yabancıların başları
üzerinde taşıdıkları, kafaları bir
ileri, bir geri sallanan alçıdan yapılmış kedilerin boynunu andırırdı. Her zaman da
giysisinde ya bir çöp, ya bir
saman parçası görülürdü; bundan başka, sokakta yürürken, tam çöp döküleceği
sırada pencere altından geçmek
gibi, yalnızca ona vergi bir becerisi de vardı; bu yüzden kavun, karpuz kabuklarıyla
bunlara benzer abur cubur
şeyler, şapkasının üstünden eksik olmazdı. Yaşamında bir gün olsun sokakta olup
bitenlere dikkat etmemişti;
oysa çoğu kez genç bir memur, gözlerinin keskinliğini öyle ileri götürürdü ki, yoldan
geçen birinin ayakkabısının
altındaki pantalon bağının çözük olduğunu kaldırımın ta öbür ucundan görür, o anda
yüzünde de şeytanca bir
gülümseme belirirdi.
Oysa Akakiy Akakiyeviç bir şeye baksa bile, orada yalnızca temiz, düzgün yazısının
satırlarını görürdü. Ancak
nereden çıktığı bilinmeyen bir at kafası omuzuna yaslandığı, burun deliklerinden
yanaklarına doğru güçlü bir
soluk fışkırttığı zaman, bir satırın ortasında değil, bir sokağın ortasında olduğunu
anlardı. Eve döner dönmez
masaya oturur, hiç tadını almadan çorbasını içer, bir baş soğanla bir parça et yer,
bütün bunları üzerlerindeki
sineklerle, Tanrı’nın o anda gönderdiği türlü şeylerle birlikte yer, yutardı. Midesinin
dolmaya başladığını
anlayınca, masadan kalkar, mürekkep şişesini alır, eve getirdiği yazıları temize
çekmeye başlardı. Bu gibi
kâğıtlar yoksa, kendi zevki için yazar, kopyalar çıkarırdı. Kopyasını çıkardığı yazılarda
anlatım güzelliğine
bakmazdı, yeter ki, bunlar ilk kez ya da önemli bir kişiye yazılmış olsun.
Petersburg’un kurşun rengi göğü büsbütün karardıktan sonra bütün memur milleti,
aylığına göre, gücünün yettiği
ya da canının çektiği şeylerle karnını doyururdu. Bundan sonra da, dairedeki kalem
cızırtılarından,
konuşmalardan, kendisinin ve başkalarının gündelik işlerinden ya da daha çalışkan
olanların istiyerek
yüklendikleri fazla işlerden baş kaldıran memurların, geri kalan zamanlarını hoşça
geçirmek istedikleri saat
çalmış olurdu; daha eğlence düşkünleri tiyatroya koşarlar, ötekiler çarşıda, örneğin
bir şapkaya bakmakla vakit
geçirirler. Bir başkası, bir gece toplantısında, küçük bir memur çevresinin yıldızı olan
hoş bir kıza tatlı sözler
söyleyerek oyalanır. Kimileri de -bunlara daha çok raslanır- üçüncü ya da dördüncü
katta bir sofa, bir mutfak ve
iki küçük odadan oluşan bir dairede oturan memur kardeşine gider -bu evde biraz
modaya uymak kaygısı
görülür, birçok özveriyle, yemeklerden, eğlencelerden kesilerek alınan bir lamba ve
bunun gibi daha birtakım
eşyalar vardır- kısacası bütün memurlar, ahbaplarının apartmanlarına dağılırlar,
kapiklik bisküvilerle çay içerler,
uzun pipolarını tüttürürler, bir yandan da iskambil kâğıtları dağıtılırken yüksek
sosyeteden sızan bir dedikoduyu
anlatırlar; bu gibi dedikodulardan, ne hikmetse, Rus insanı bir türlü vazgeçemez.
Konuşacak bir şey kalmayınca
da, bir memur, Falconnet heykelindeki atın kuyruğunun kesilmiş olduğu konusunda
yüzbaşıya anlatılan öyküyü
kimbilir kaçıncı kez yineler. İşte herkesin, karınca kararınca eğlenmeyi düşündüğü bir
sırada bile, Akakiy
Akakiyeviç hiçbir eğlenceye kendisini kaptırmazdı. Hiç kimse onu bir gece
toplantısında gördüğünü
söyleyemezdi. Kana kana yazı yazdıktan sonra yatağa yatar, ertesi günü düşünerek
gülümserdi. Yarın Tanrı
temize çekecek kâğıtlar gönderecek ya, sen ona bak. Yılda dört yüz ruble tutan
aylığıyla durumuna şükretmenin
kolayını bulan bu adamın sessiz yaşamı işte böyle geçerdi; yalnızca yazıcıların değil,
düzelticilerin, müdür
yardımcılarının, şube müdürlerinin, her türlü danışmanın, kendilerine
danışılmayanların bile, yaşam yoluna
birtakım yıkımlar çıkmasaydı, büsbütün yaşlanıncaya dek böyle de sürüp gidecekti.
Petersburg’da yılda eline aşağı yukarı 400 ruble geçen insanların amansız bir
düşmanı vardır. Vücuda çok
yaradığı söylenmesine karşın bu düşman, bizim kuzey ayazımızdır. Bu ayaz,
sabahleyin saat dokuzda, sokakların
bakanlıklara gidenlerle dolu olduğu bir sırada, tam bu sırada, kimseyi gözetmeden,
herkesin burnuna öyle güçlü,
öyle kavurucu fiskeler vurur ki, zavallı memurlar, burunlarını nereye sokacaklarını
şaşırırlar. Yüksek
konumdakilerin bile şiddetli soğuktan alınları sızlar, gözleri yaşarırsa, zavallı küçük
memurların acınası
durumlarını artık siz düşünün. Onlar tek kurtuluş umuduyla incecik paltoları içine
büzülürler, beş altı sokağı
koşar adım geçmeye, bakanlık kapısından girdikten sonra da uzun uzun tepinerek,
yolda tümüyle donup
uyuşmuş olan görev yapma güçlerini, yeteneklerini yeniden işletmeye çalışırlar.
Akakiy Akakiyeviç de, her
günkü yolunu elinden geldiğince hızla geçmeye çalışmasına karşın, bir zamandan beri
sırtının, omuzlarının
iyiden iyiye üşüdüğünü duyuyordu. En sonunda, ‘Üşümemin nedeni sakın palto
olmasın?” diye düşündü. Evde
paltosunu iyice gözden geçirdi; omuzları, sırtı, iki üç yerinde, bir yanından öbür yanı
görülecek denli incelmişti:
kumaş öyle eskimişti ki, soğuğu, rüzgârı hiç tutmuyordu, astarı da lime limeydi. Bu
yüzden Akakiy
Akakiyeviç’in paltosu, memurların eğlencesi olmuştu; ona o güzel palto adını bile çok
görüyorlar, çul deyip
çıkıyorlardı işin içinden. Doğrusu bu paltonun şaşırtıcı bir yanı vardı: yakası, diğer
kısımlarına yama olarak
kullanıla kullanıla her yıl biraz daha küçülürdü, hem bu yamalar, terzinin sanatını pek
belli etmeyen gelişigüzel,
kaba saba yamalardı. Akakiy Akakiyeviç, düşündü taşındı, paltoyu Petroviç’e
götürmeye karar verdi. Petroviç,
yan merdivenden çıkılınca dördüncü katta oturan bir terziydi; tek gözüne, çiçek
bozuğu yüzüne karşın ayık
olduğu, kafasında çeşit çeşit tasarılar kurmadığı zamanlarda, memurların olsun,
başkalarının olsun
pantolonlarını, fraklarını onarmakla uğraşır, hem bu işte oldukça başarı da gösterirdi.
Gerçi bir terzinin uzun
uzun sözünü etmek doğru değil ama, öykülerde her kişinin özyapısını iyice belirtmek
bir kez gelenek olmuş,
böyle olunca ne yapalım, gelsin bakalım Petroviç. Bir zamanlar adı, yalnızca
Grigoriy’di. Bilmem hangi
efendinin kölesiymiş, azat edilmiş, ilk önce büyük yortularda, sonra sonra bütün
yortularda, takvimde haç işareti
görülen günlerde kafayı adamakıllı tütsülemeye başladıktan sonradır ki, Petroviç adını
almış. Bu işte tümüyle
büyük babasına çekmişti. Karısıyla çekişirken, ona “Dar kafalı karı; Alman karısı,”
derdi. Karısının sözü
geçtiğine göre, onun için de bir şeyler söylemezsek olmaz. Ne yazık ki, bildiklerimiz
pek az. Yalnızca şuncasını
biliyoruz: Petroviç’in bir karısı vardı, hem de öyle bir kadın ki, başörtüsü örtmez,
şapka giyerdi. Güzelliğiyle
övünebilecek bir kadın da değildi. Doğrusu aranırsa, yalnızca koruman [muhafız]
erleri, bıyık burarak, kaba kaba
öksürerek, onun şapkası altındaki yüzüne bakarlardı.
Petroviç’in merdiveninden çıkarken – haksızlık etmemek için söyleyelim ki bu
merdiven her zamana ıslaktır,
abur cuburla örtülüdür. Petersburg apartmanlarının bütün yan merdivenlerinde
duyulan gözleri yakan o içki
kokusu, basamaklarına iyice işlemiştir – işte bu merdivenden çıkarken, Akakiy
Akakiyeviç terzinin ne
isteyeceğini düşünmüş, kendi kendisine taş çatlasa iki rubleden çok vermemeyi
tasarlamıştı. Kapı açıktı, çünkü
bilmem hangi balığı kızartan kadın, mutfağı öyle dumana boğmuştu ki, göz gözü
görmek şöyle dursun, hamam
böceklerini bile görmeye olanak yoktu. Akakiy Akakiyeviç, ev sahibi kadına
görünmeden mutfaktan geçti,
sonunda odaya girdi. Petroviç, geniş, boyasız işliği üzerine bir Türk paşası gibi bağdaş
kurmuş, oturuyordu.
Ayakları, terzilerde çalışırken gelenek olduğu üzere, çıplaktı; ilk bakışta, Akakiy
Akakiyeviç’in eskiden beri
bildiği, terzinin biçimsiz tırnağı, kaplumbağanın sert, kalın kabuğunu andıran
başparmağı göze çarpıyordu.
Boynunda biri iplik, diğeri ipek iki yumak asılıydı, dizlerinde eski püskü bir giysi vardı.
Birkaç dakikadan beri
ipliği iğnenin deliğinden geçirmeye çalışıyor, bir türlü geçiremiyordu. Bunun için
karanlığa, ipliğe müthiş
içerliyor, boyuna hafif hafif homurdanıyordu: “Girmiyor yezit, yiyip bitirdin beni
Tanrı’nın belası!” Akakiy
Akakiyeviç, Petroviç’in öfkeli zamanında geldiğine pişman olmuştu; Petroviç biraz
çakırkeyif olduktan, karısının
“tek gözlü şeytan gene kafayı tütsüledi” dediği durumdan sonra onunla görüşmeyi
severdi. O zaman Petroviç,
pazarlıkta çabuk uyuşur; her seferinde yerlere kadar eğilir, üst üste teşekkür bile
ederdi. Gerçi bundan sonra
karısı, iki gözü iki çeşme gelir, sarhoş olduğu için işi ucuza aldığını söylerdi. Ama çok
kez on kapik daha
verilince iş tatlıya bağlanmış olurdu. Bugünse Petroviç sanırım ayıktı, tersliği
üzerindeydi, hiç uyuşacağa
benzemiyordu; kaç para isteyeceğini Tanrı bilirdi. Akakiy Akakiyeviç, bunu hemen
anladı, gerisin geriye
dönmek istedi, ama artık iş işten geçmişti. Petroviç, tek gözünü ona çevirdi, Akakiy
Akakiyeviç de isteksiz
isteksiz, “Merhaba, Petroviç!” dedi. Petroviç, “Merhaba bayım,” derken bir yandan da
nasıl bir av olduğunu
anlamak için gözünü Akakiy Akakiyeviç’in ellerine doğru kaydırmıştı.
– Ben, sana… Petroviç, buna, şey…
Şunu da söyleyelim ki, Akakiy Akakiyeviç, konuşurken ikide bir, yerli yersiz ekler,
ilgeçler kullanır dururdu. İş,
gerçekten karışıksa cümlenin sonunu getirememe huyu bile vardı. Çoğu kez söze,
“Şey, bu, gerçekten, çok…”
diye başlar, ama arkasını getiremezdi; sözü bitiremediğini de unutur, her şeyi
söylediğini sanırdı.
Petroviç:
– Ne var bakalım? diye sordu; bir yandan da tek gözüyle yakasından başlayarak,
kollarına, omuzlarına,
kuyruğuna varıncaya kadar Akakiy Akakiyeviç’in üniformasını süzüyordu; bunlar
bildiği şeylerdi, çünkü hep
kendi işiydi. Ama terzilerin alışkanlığıdır; insanı ilk gördükleri zaman böyle yaparlar.
– Ben, Petroviç, şey, sana… Palto ya, kumaş… Görüyorsun ya… Şey her yanı
sapasağlam… Tozlu da eski gibi
görünüyor, ama yenidir. Yalnızca bir yerinde, biraz.. Arkası… Bir de… bu omzu, bir de
şu omzu eskimiş gibi.
Şey… Görüyorsun ya, bu kadar… Pek işi yok hani.
Petroviç, paltoyu alıp masanın üzerine yaydı, uzun uzun gözden geçirdi, kafasını bir
salladı. Pencerenin
kıyısında duran tütün kesesini almak için elini uzattı; kesenin üzerinde bir general
resmi vardı, ama hangi general
olduğu belli değildi, çünkü yüzü parmakla delinmiş, sonra da üstüne dört köşe bir
kâğıt parçacığı yapıştırılmıştı.
Petroviç, enfiyesini çektikten sonra paltoyu eline aldı, aydınlığa doğru çevirdi, kafasını
bir daha salladı, sonra
astarını çevirdi, bir daha kafasını salladı, yeniden yüzüne kâğıt yapıştırılmış general
resimli tütün kesesini açtı,
burnuna bir tutam daha çekerek keseyi kapatıp bir yana koydu, en sonra:
– Onarılamaz, dedi. Hayır yok!
Akakiy Akakiyeviç, bunu işitince beyninden vurulmuşa döndü. Çocuk gibi yalvaran
sesiyle:
– Canım, neden olmuyor Petroviç dedi. Yalnızca omuz başları eskice… Şey, sende
birtakım parçalar var ya.
Petroviç:
– Evet, parçalar var, var ama gel de dik. Bak, büsbütün çürümüş… iğneyle bir
dokundun mu dağılır, gider.
– Dağılsın varsın, sen hemen bir yama koyuver.
– Yama neye yarar, üzerine konulacak bir yer olmadıktan sonra… çok eskimiş,
yalnızca adı kumaş. Bir yel
esmeye görsün, darmadağın olur.
– Canım sen bir tutturuver, şey, nasıl olur da…
Petroviç kesin bir tavırla, “Hayır, olmaz, hiçbir şey yapılamaz,” dedi. “Artık hayrı
kalmamış. İyisi mi, kış gelince
siz bundan bir tozluk yaptırın, çorap ısıtmıyor ki insanın ayağını. Çorap da nedir ki?
Alman icadı, hep
paracıklarımızı sızdırmak için. (Petroviç, fırsat bulunca Almanları iğnelemekten
hoşlanırdı.) Paltoya gelince,
yenisini yaptırmaktan başka yol yok.”
‘Yeni’ sözcüğünü işitince Akakiy Akakiyeviç’in gözleri karardı, odada ne varsa hepsi
birbirine karışmıştı.
Yalnızca Petroviç’i, tütün kesesi üzerindeki yüzü kâğıtlı generali seçebiliyordu. Hâlâ
uykuda gibiydi.
– Yenisi, nasıl olur, dedi. Hem para nerede?
Petroviç, duygusuzca bir susuştan sonra:
– Evet, dedi, yenisini yapmalı.
– Peki, yenisi olursa acaba…
– Yani kaça mı patlar?
– Evet.
– Üç elliliği biraz geç.
Bu sözleri söylerken dudaklarını anlamlı anlamlı oynattı. Petroviç bu gibi şaşırtmaları
pek severdi, bir insanı
birdenbire afallatmak hoşuna gider, sonra da sözlerinin etkisiyle karşısındakinin
şaşkınlaşan yüzünü göz ucuyla
süzmeye bayılırdı.
Zavallı Akakiy Akakiyeviç:
– Ne, dedi, bir paltoya yüz elli ruble ha! Belki de yaşamında ilk kez bağırmıştı,
dünyaya geleli beri sesi çıkmaz
bir adam diye tanınmıştı.
Petroviç:
– Evet, dedi. Zerdeva kürküyle kukuletasına ipek astar koyarsak iki yüzü de bulur.
Akakiy Akakiyeviç, Petroviç’in bütün sözlerini, bütün numaralarını işitmeden, işitmeye
de çalışmadan yalvaran
sesiyle:
– Kuzum Petroviç, rica ederim, sen bir onar, birazcık daha giyeyim ne olur, dedi.
– Hayır, olmaz. Bu artık bir işe yaramaz. Emeğe de yazık olur, paraya da.
Akakiy Akakiyeviç, bu sözlerden sonra tümüyle bitkin bir durumda dışarı çıktı. O
çıkınca Petroviç dudaklarını
uzun uzun, anlamlı anlamlı oynattı, işine biraz ara verdi, içi rahat etmişti, öyle ya, ne
kendisini, ne de sanatını
düşürmemişti.
Akakiy Akakiyeviç, sokağa çıkarken uykuda gibiydi. Kendi kendine, “Ne iş bu be yahu!
Şey, vallahi hiç
düşünmemiştim böyle olacağını…” diyordu, biraz sonra ekledi: “Hele bakın siz, ne
istedim de ne oldu. Hiç
düşünmemiştim böyle olacağını…” Epey sustuktan sonra, “Yaa, böyle işte! Şey, kimin
aklına gelirdi bu… Olur
şey değil!” dedi. Bu sözleri söyleyerek evine gideceği yerde, hiç ayrımında olmadan
büsbütün başka bir yol
tuttu. Yolda bir baca temizleyicisi ona çarparak omuzunu boydan boya kirletti; yeni
yapılan bir evin önünden
geçerken başına bir parça harç düştü; bunun da hiç ayrımına varmadı. Yalnızca
mızrağını bir yana bırakıp da
boynuzundan nasırlı avucuna tütün koyan nokta polisini görünce kendisine geldi.
Polisin, “Ne diye suratıma
doğru yürüyorsun be adam, kaldırım yok mu?” demesi üzerine çevresine bir bakındı,
evine doğru yollandı.
Ancak yolda düşüncelerini bir araya toplayabildi. Ne acınacak durumda olduğunu
açıkça, olduğu gibi gördü.
Kendi kendisine konuşuyordu; darma dağınık, ama yine de akıllıca, açıkça, insan
önemli bir işini en candan bir
arkadaşıyla nasıl konuşursa, kendisiyle öyle konuşuyordu. ‘Yok, yok,’ diyordu, ‘Şey,
Petroviç’le bugün
konuşmanın sırası değildi; tersliği üzerinde, karısından dayak yemiş olsa gerek. İyisi
mi bir pazar sabahı
uğramalı. Cumartesi keyfinden sonra henüz uyku sersemidir, gözü de bir tuhaftır,
ayılmaya çalışır, oysa karısı
ona para vermez. İşte böyle bir sırada eline bir on kapik sıkıştırırım, o anda
yumuşayıverir. O zaman şey, palto
da…’ Akakiy Akakiyeviç, bunları düşünerek cesaretini topladı; ilk pazar gününü
bekledi. İlk önce uzaktan
gözetledi, Petroviç’in karısı dışarı çıkar çıkmaz içeri daldı. Petroviç, gerçekten tek
gözünü bir yana kaydırmış,
kafasını eğmiş, büsbütün uyuşuk bir durumdaydı; ama işin ne olduğunu anlayınca,
kendisini şeytan dürtmüş gibi
birden bire terslendi:
– Olmaz, dedi. Lütfen yenisini ısmarlayın.
Akakiy Akakiyeviç, kaşla göz arasında onun eline on kapik sıkıştırıverdi. Petroviç:
– Sağolun bayım, dedi. Sağlığınıza biraz içer, kendime gelirim. Yalnızca palto için bir
şey söylemeyin, hayır yok
ondan. Size öyle yaman bir palto dikeyim de görün.
Akakiy Akakiyeviç, hâlâ onarımı düşünüyordu, ama Petroviç onun sözünü keserek:
– Ben size kesinlikle bir yenisini dikerim, dedi. Emin olun, bu işe bütün çabamı
vereceğim. Yakası gümüş rengi
kürk parçaları altında aplike olacak.
Yeni paltodan kurtulamayacağını anlayınca, Akakiy Akakiyeviç’in büsbütün cesareti
kırıldı. Öyle ya, paltoyu
nasıl, hangi parayla yaptıracaktı? Kuşkusuz bayramda verilecek ikramiye az çok işine
yarayabilirdi, ama bu para
çoktan yenilip bitirilmişti. Yeni bir pantolon alması gerekmişti; kunduracıya, eski
pabuçlarına vurdurduğu
pençeden kalan eski borcunu ödemesi gerekiyordu; sözün kısası eline ne geçerse
hepsini dağıtacaktı; bundan
başka çamaşır diken kadına üç gömlekle, söylenmesi ve yazılması ayıp olan şeyden
iki tane ısmarlamak
zorundaydı. Müdür kırk yerine kırk beş, bilemedin elli ruble ikramiye verecek denli
eliaçık davransa bile, elinde
yine pek az para kalırdı. Bu da paltonun parası yanında devede kulak demekti. Sonra
Petroviç’in pek aşırı paralar
isteme alışkanlığı olduğunu bilmez değildi. Öyle ki, kimi zaman Petroviç’in karısı bile
kendisini tutamaz
bağırırdı: “Aptal herif, sen aklını mı kaçırdın? Kimi zaman hemen hemen bedavaya
çalışırsın. Bugün
damarlarına şeytan mı girdi ne? Hiç yakışık almayan öyle bir fiyat istiyorsun ki.”
Akakiy Akakiyeviç, Petroviç’in
paltoyu seksen rubleye dikeceğini biliyordu, ama iş, bu parayı bulmada. Yarısı olsa
neyse; belki bulunur, belki
yarısından biraz çoğu bile. Ya geri kalanını nereden bulmalı? Yalnızca okur, onca
paranın nereden
alınabileceğini bilmelidir. Akakiy Akakiyeviç’in alışkanlığıydı, harcadığı paranın bir
kopeğini ayırır, üzerinde
para atılacak bir deliği olan, kilitli küçük bir kumbaraya atardı. Altı ayda bir biriken
bakır paraları bir bir gözden
geçirir, yerlerine gümüş paralar kordu. Bu işe başlayalı epey olmuştu. Böylece birkaç
yılda kırk rubleden çok
para birikmişti. Demek ki istenen paranın yarısı elindeydi, ama geri kalan kırk rubleyi
nereden almalı? Akakiy
Akakiyeviç, düşündü, taşındı, şuna karar verdi: Gündelik masraflarını hiç olmazsa bir
yıl kısmalıydı; akşamları
çay içmeyi bırakacaktı, geceleri mum yakmayacaktı, bir işi olursa ev sahibinin
odasına gidecek, oranın ışığında
çalışacaktı; sokakta, taşlar üzerine, kaldırımlar üzerine, dikkatlice, hafifçe, ayağının
ucuna basarak yürüyecek,
böylece pençelerini çabuk eskitmeyecekti; çamaşırcı kadına elden geldiğince seyrek
çamaşır yıkatacak,
çamaşırlarının çok kirlenmemesi için de eve gelir gelmez soyunacak, yalnızca pek
eski, ama zamanın bile
esirgediği pamuklu hırkasını giyecekti. Doğrusu ilk önce bu gibi sıkıntılara katlanmak
ona zor geldi, ama
zamanla yavaş yavaş alıştı; işler yoluna girdi; akşamları aç açına yatmaya bile
enikonu alışmıştı. Ne çıkar, ruhu
besleniyordu; evet, içinde dikilecek paltonun asla silinmeyen düşlemi yaşıyordu.
Sanki bütün yaşamı, o
zamandan beri daha olgunlaşmıştı; sanki evlenmişti; sanki artık yalnız değildi; sevimli
bir eş, yaşam yolunda
onunla birlikte yürümeyi kabul etmişti; bu arkadaş da kalın pamuklu, sağlam, yepyeni
bir astar üzerine dikilen
paltosundan başka bir şey değildi. Akakiy Akakiyeviç’e bir canlılık geldi, huyları daha
sağlam oldu, artık amacı
olan bir insandı. Yüzünden, davranışlarından, her türlü kuşku, duraksama, tek
sözcükle bütün kararsız, belirsiz
çizgiler silinmişti. Kimi zaman gözlerinde bir ateş parıldar, kafasından pek atak, pek
büyük düşünceler geçerdi.
Sahi, yakasına zerdeva kürkü koydursa nasıl olurdu acaba? Bu düşüncelere dalıp
kendisini unuttuğu olurdu; Bir
gün bir kâğıdı temize çekerken az kalsın bir yerini yanlış bile yazacaktı. Oldukça
yüksek sesle “Ah!” diye
haykırdı, istavroz çıkardı. Hiç olmazsa ayda bir Petroviç’e uğruyor, paltoyu
konuşuyordu: Kumaşın en iyisini
nereden almalıydı, ne renk olacaktı, kaça alınabilirdi? Sonra da, eh, bir gün gelecek,
bütün bunlar olacak, palto
da bitecek diye düşüne düşüne, ama her zaman durumundan hoşnut, evine dönerdi.
İş, umduğundan daha da
çabuk oldu. Kimin aklına gelirdi, müdür, Akakiy Akakiyeviç’e, kırk değil, kırk beş değil,
tam altmış ruble
ikramiye yazmıştı. Bir paltoya gereksinmesi olduğunu anladığı için mi, yoksa
kendiliğinden mi bunu yaptı,
bilmiyoruz. Ama bilinen bir şey varsa, o da Akakiyeviç’in elinde yirmi ruble fazla
kalmış olmasıydı. Böylece iş
çabuklaştı. Yarı aç yarı tok, topu topu iki üç ay daha geçti, Akakiy Akakiyeviç’in elinde
seksen ruble toplanmıştı.
Her zaman yavaş atan kalbi, hızlı hızlı çarpmaya başladı. Petroviç’le birlikte, doğru
dükkâna gidip çok güzel bir
kumaş aldılar, bu da zor bir iş değildi, altı aydır bunun üzerine düşünüyordu. Dükkâna
gidip fiyatları öğrenmeyi
bir ay bile kaçırmamıştı; işte en sonunda Petroviç’in, ‘Daha iyisi can sağlığı,’ dediği bir
kumaş, astarlık da hasse
aldılar, hasse deyip geçmeyin, öyle iyi, öyle sağlamdı ki, Petroviç, ‘İpeklisi bunun
yanında halt etsin,’ demişti.
Çok pahalı olduğu için zerdeva kürkü almadılar, onun yerine güzel bir kedi kürkü
aldılar. Öyle bir kedi kürkü ki,
uzaktan tıpkı zerdeva kürkünü andırıyordu. Petroviç paltoyla topu topu iki hafta
uğraştı. Dikiş işi uzun sürmese,
daha da çabuk bitebilirdi. Petroviç, on iki ruble el hakkı aldı, daha aşağı da olmazdı.
Hem ipek ipliğiyle, hem çift
dikişle, sık sık dikmişti, her dikişe dişleriyle basmış, böylece kumaş üzerine çeşit çeşit
oyalar çizmişti.
Petroviç’in, paltoyu hangi gün götürdüğünü söylemek güçtür. Ama o gün, Akakiy
Akakiyeviç’in yaşamında
kuşksuz en önemli bir gündü. Petroviç, paltoyu, Akakiy Akakiyeviç daha bakanlığa
gitmeden götürmüştü. Palto,
tam zamanında gelmişti, çünkü oldukça sert soğuklar başlamış, soğuğun daha da
sertleşmesinden korkuluyordu.
Petroviç, yol yordam bilir terziler gibi paltoyu kendi eliyle getirmişti. Yüzünden Akakiy
Akakiyeviç’in hiç
görmediği bir gurur okunuyordu. Belki de bu anda Petroviç, öyle az buz bir iş
görmediğini biliyor, yalnızca astar
değiştiren, giysi ters yüz eden terzilerle yeni giysi diken terziler arasındaki o büyük
ayrımı seziyordu.
Çamaşırcıdan yeni gelmiş olan yazma çevresinden paltoyu çıkardı, çevreyi katlayıp
kullanmak üzere cebine
koydu. Paltoyu çıkardıktan sonra, koltukları kabara kabara şöyle bir süzdü, iki eliyle
tutarak oldukça ustalıklı bir
hareketle Akakiy Akakiyeviç’in omuzlarına attı; eliyle birkaç kez aşağı çekti, sonra
aşağıya dek düğmelemeden
üzerine çulladı. Akakiy Akakiyeviç, yaşlı olduğu için kollarını da giymek istemişti.
Petroviç buna da yardım etti.
Kollarına da diyecek yoktu doğrusu; palto tıpatıp uymuştu. Petroviç, bir ara sokakta
tabelasız çalıştığı için
paltoyu bu denli ucuza diktiğini sırası gelmişken söylemek fırsatını kaçırmadı; öyle ya,
örneğin Nevski
Caddesi’nde yalnızca işçilik için yetmiş beş ruble isterlerdi. Akakiy Akakiyeviç, bu
konuda tartışmak istemedi,
Petroviç’in ağzında gevelemekten hoşlandığı o büyük paralardan ürkerdi. Borcunu
ödeyip teşekkür etti, yeni
paltosuyla bakanlığa doğru yollandı. Arkasından Petroviç de çıktı, sokakta durup ona
uzun uzun baktı, sonra dar
sokaktan, kestirme caddeye geçti, paltosuna öbür yandan da, yani doğrudan doğruya
önden bakmak için yana
çekildi. Akakiy Akakiyeviç, bu sırada büyük bir sevinç içinde yüzerek yürüyordu. Her
dakika, her an sırtında
yeni bir palto olduğunu düşünüyordu; hoşnutluğundan birkaç kez de gülümsedi.
Gerçekten paltonun iki iyi yanı
vardı; hem sıcak tutuyordu, hem güzeldi. Yolu nasıl yürüdüğünü anlayamadan,
kendisini bakanlıkta buldu.
Paltosunu aşağıda çıkardı, her yanını süzdü, ayrıca dikkat etmesini söyleyerek
kapıcıya uzattı. Nasıl oldu,
bilmiyoruz, bakanlıkta Akakiy Akakiyeviç’in yeni bir paltosu olduğunu, çulunun
ortadan yittiğini bir anda
öğrenmeyen kalmamıştı. Arkadaşları, Akakiy Akakiyeviç’in yeni paltosunu görmek için
hep birden askılığa
koşuştular; kendisini selâmlayıp kutlamaya başladılar. Akakiy Akakiyeviç, ilk önce
gülümsedi, sonra sıkılmaya
başladı. Çevresini saranlar, yeni paltosunu ıslatmak için bir şölen vermesi gerektiğini
söylüyorlardı; hiç olmazsa
bir akşam yemeği vermeliydi. Akakiy Akakiyeviç, bunu işitince şaşırdı, nasıl karşılık
vereceğini kestiremiyordu.
Aradan birkaç dakika daha geçti, yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Büyük bir saflıkla, ‘Bu,
yeni bir şey değil ki, eski
paltodan başka bir şey değil ki,’ diye arkadaşlarını kandırmaya çalışıyordu. Sonunda
memurlardan biri, hem de
bir şube müdür yardımcısı, sanırım pek burnu büyük olmadığını, kendisinden aşağı
olanlarla düşüp
kalkabileceğini göstermek için olacak ki, “Peki, peki,” dedi, “Akakiy Akakiyeviç yerine
bu akşam ben sizi çaya
çağırıyorum, hem raslantıya bakın, bugün benim doğum günüm.” Bunun üzerine
memurlar şube müdür
yardımcısını alkışladılar, öneriyi candan kabul ettiler. Akakiy Akakiyeviç, mırın kırın
etmek istediyse de, bunun
yakışık almayacağı, ayıp olacağı söylenince kabul etmek zorunda kaldı. Akşam üstü
yeni paltosuyla biraz
dolaşmak fırsatı çıkacağını düşününce sevinç bile duydu. O gün, sabahtan akşama
dek, Akakiy Akakiyeviç için
gerçekten bir bayram günü oldu. Evine pek mutlu bir insanın gönül rahatlığıyla
döndü, paltosunu çıkardı;
kumaşına, astarına, kendisinden geçercesine baktıktan sonra, duvara dikkatle astı.
Sonra ikisini yan yana görmek
için eski paltosunu çıkarıp baktı, güleceği geliyordu; arada ne büyük ayrım vardı
yarabbi, ne büyük ayrım!
Yemekte de eski paltosunun durumu gözünün önüne geldikçe uzun uzun
gülümsemekten kendini alamıyordu.
Neşeli neşeli yemeğini yedi, yemekten sonra hiç yazı yazmadı. Hava kararıncaya dek
yatağına uzanıp yattı.
Sonra zaman yitirmeden giyindi, paltosunu omzuna alıp sokağa çıktı.
Çağrıyı yapan memurun nerede oturduğunu, ne yazık ki söyleyemeyeceğiz.
Belleğimiz bizi sık sık aldatmaya
başladı. Hem Petersburg’da sokaklar, evler birbirine öyle girmiş, öyle karışmıştır ki,
bunların içinden kolayca
çıkıp birini doğru olarak bulamayız. Yalnızca bilinen şuydu: Memur, kentin en iyi
yerinde, Akakiy Akakiyeviç’e
pek yakın olmayan bir yerde oturuyordu. Akakiy Akakiyeviç’in önce boş, ıssız, yarı
karanlık sokaklardan
geçmesi gerekiyordu, ama memurun evine yaklaştıkça sokaklar daha canlı, daha
kalabalık, daha ışıklı olmaya,
yaya yürüyenler daha çok görünmeye başladı. Arada bir şık kadınlarla samur kürklü
erkekler göze çarpıyordu.
Köylü kılıklı adamların kullandığı yaldızlı çivilerle süslü tahta çerçeveli kızaklara daha
az raslanıyor, tersine,
üzerlerine ayı postları serilmiş, pırıl pırıl kızakları süren koyu kadife şapkalı babacan
heriflerle, tekerlekleri
karda gıcırdayan, arabacı yerleri süslü püslü arabalar daha sık görülüyordu. Akakiy
Akakiyeviç, bütün bunlara
hiç görmediği şeylermiş gibi bakıyordu. Birkaç yıldan beri akşam üstleri hiç sokağa
çıkmamıştı. Bir dükkânın
ışıklı camekânı önünde durdu, bir tabloya merakla bakmaya başladı; tabloda güzel bir
kadın, ayakkabısını
çıkarıyor, böylece hiç de çirkin olmayan bacağını baştan aşağı gösteriyordu; kadının
arkasında da favorili,
çenesinde İspanyol biçimi güzel, ince bir sakalı olan bir adam, bitişik odanın
kapısından bakıyordu. Akakiy
Akakiyeviç, başını salladı, gülümsedi, sonra yürümesini sürdürdü. Niçin gülümsemişti?
İyice bilinmeyen, ama
her insanda yine de için için varlığını duyuran bir şeye rasladığı için mi? Yoksa birçok
memur gibi şöyle mi
düşünmüştü: “Şu Fransızlar da yok mu ya! Ne demeli, bir şeyi, hani istemeye
görsünler…” Belki bunları da
düşünmüş değildi. Bir insanın içine girip de nesi var, nesi yok her şeyini bilemeyiz ya!
En sonunda şube müdür yardımcısının oturduğu daireye girdi. Müdür yardımcısı,
gösterişli bir yaşam sürüyordu.
İkinci katta otururdu, ama evinin merdiveninde lamba yanardı. Hole girince Akakiy
Akakiyeviç yerde bir sürü
lastik gördü. Bunlardan başka tam ortada kaynayan, buram buram buğu tüten bir
semaver duruyordu. Duvarlarda
paltolar, muşambalar asılıydı. Bunlardan kimilerinin yakası kürklü, kimileri de
kadifeydi. Duvarın ardından
gürültüler, konuşmalar geliyordu. Henüz bitirilmiş bardaklardan, süt güğümünden,
peksimet sepetinden
anlaşılıyordu ki, memurlar toplanalı epey olmuştu, ilk çaylarını bile içmişlerdi. Akakiy
Akakiyeviç, paltosunu
elceğiziyle astıktan sonra içeri girdi, o anda gözüne mumlar, memurlar, pipolar,
iskambil masaları göründü. Her
yandan kulağına kesik kesik konuşmalar, yer değiştiren sandalyelerin gıcırtıları,
karma karışık geliyordu. Odanın
ortasında nasıl davranacağına karar vermeye çalışarak aptal aptal durakladı. Ama
onu görmüşlerdi. Kendisini
bağrışlarla, çağrışlarla selamladılar, sonra paltoyu yeniden görmek için sofaya
koştular. Akakiy Akakiyeviç epey
kızarıp bozardı, ama ne de olsa saf bir insandı, herkesin paltosunu beğenip övdüğünü
görünce hoşnut olmaması
elinde miydi? En sonunda onu da, paltosunu da bir yana bıraktılar; her zamanki gibi
vist için ayrılan masalara
çekildiler. Bu gürültü patırdı, bu masalar Akakiy Akakiyeviç’in tuhafına gidiyordu.
Ellerini, ayaklarını,
vücudunu nasıl tutacağını bilemiyordu; sonunda oynayanların yanına oturdu, iskambil
kâğıtlarına, bir ona, bir
buna baktı. Bir süre sonra esnemeye, canı sıkılmaya başladı. Hem onun yatma saati
çoktan gelmişti. Ev sahibiyle
vedalaşmaya gitti. Ama bırakmadılar, yeni palto onuruna ille şampanya içmeli, diye
tutturdular. Bir saat sonra
yemeğe oturuldu. Yemekte, vinegert, dana sövüşü, börek, pasta, şampanya vardı.
Akakiy Akakiyeviç’e zorla iki
bardak içirdiler. İçtikten sonra odada her şeyi pembe görmeye başlamıştı, ama yine
de gecenin on ikisi olduğu,
evine çoktan dönmesi gerektiği asla aklından çıkmıyordu. Belki alıkoymaya çalışır
diye ev sahibine bile
görünmeden yavaşça odadan çıktı. Sofada paltosunun yerde yattığını içi sızlayarak
gördü. Alıp silkti, tozlarını
temizledi, omuzuna aldı, sokağa indi.
Sokakta hâlâ ışıklar vardı. Küçük bakkal dükkânları, hizmetçilerin, uşakların bu
değişmez kulüpleri hâlâ açıktı.
Kapalı olanlar da kapı aralıklarından uzun bir ışık çizgisi gösteriyor, böylece
kendilerinin de bu saatte bile
toplantıdan yoksun olmadıklarını anlatmış oluyorlardı. Orada belki de birtakım
hizmetçiler, uşaklar, daha
‘muhabbetlerini’ bitirmemişlerdi, böylece nerede kaldıklarını bilmeyen efendilerini
merakta bırakmış oluyorlardı.
Akakiy Akakiyeviç, durumundan hoşnut; yürüyordu. Bilmem nasıl oldu, bir ara,
yanından yıldırım gibi gelip
geçen, vücudunun her yanı oynak bir bayanın arkasından bile koşmuştu. Ama hemen
durdu, her zamanki gibi
yavaş adımlarla yürümeye başladı; ne vardı, birdenbire koşacak diye kendi kendine
şaşmıştı, eski durumuna
döndü. Biraz sonra karşısına, gece değil, gündüz bile iç kapayıcı olan ıssız sokaklar
çıktı. Bu saatte sokaklar,
büsbütün ıssız, içine kapanmış görünüyordu. Fenerler daha seyrekleşti, sanırım bu
sokaklara daha az yağ
veriliyordu. Sonra ahşap evler, çitler başladı. Ortalıkta in cin yoktu. Yalnızca
sokaklardaki karlar parlıyordu.
Uykuya dalan basık kulübeler, kapalı pancurlarıyla hüzünlü hüzünlü, kara kara
düşünüyorlardı. Sokağın öbür
yanında, güçlükle seçilebilen evlerin, korkunç bir çölü andıran koca alanla birleştiği
yere yaklaştı.
Ta uzakta, dünyanın öbür ucundaymış gibi görünen polis barakasının ışığı yanıyordu.
Akakiy Akakiyeviç’in,
burada neşesi iyice kaçtı. Yenemediği bir korkuyla alana ayak bastı, içinde hiç de
hayra alamet olmayan bir
ürperti vardı. Çevresine bakındı; bir deniz ortasında gibiydi. ‘İyisi mi, bakmayayım,’
diye düşündü, gözlerini
kapayarak yürüdü. Alanın öbür ucuna gelip gelmediğini anlamak için gözlerini açınca,
karşısında, burnunun ta
dibinde, birtakım koca bıyıklı adamların durduğunu gördü; bunların ne biçim adamlar
olduğu seçilemiyordu.
Gözleri karardı. Yüreği küt küt atıyordu. Bu adamlardan biri onu sırtından tutarak, gür
bir sesle, “Bu palto benim
yahu!” diye bağırdı. Akakiy Akakiyeviç’in tam, ‘Can kurtaran yok mu!’ diye bağıracağı
bir sırada, bir başkası, bir
memur kafası kadar büyük olan yumruğunu, yandan ağzına doğru uzatarak, “Hele bir
sesini çıkar da görürsün
gününü!” dedi. Akakiy Akakiyeviç, yalnızca sırtından paltosunu aldıklarını biliyordu,
arkasına bir tekme yiyerek
karın içine yuvarlanmıştı, birkaç dakika bir şey duymadı. Sonra kendisine gelip ayağa
kalktı, yanında
kimsecikler yoktu, yalnızca kaputsuz olduğunu, üşüdüğünü duyuyordu, bağırmaya
başladı, sesinin alanın öbür
ucuna bile ulaşamayacak denli zayıf çıktığını anlıyordu. Ama umarsızlık içinde, gene
boyuna bağırarak alandaki
polis noktasına doğru koştu. Noktanın yanında bir polis, mızrağına dayanmış duruyor,
bu adamın ne diye
uzaktan koşa koşa, bağırarak geldiğini anlamak istiyormuş gibi merakla bakıyordu.
Akakiy Akakiyeviç, onun yanına varınca:
– Sen uyuyor musun, hiçbir şeye baktığın yok, bir insanı soyarlarken nasıl
görmüyorsun? diye bağırdı.
Polis:
– Vallahi bir şey görmedim, dedi; alanın ortasında iki kişi, önüne çıkıp seni
durdurdular, ama olsa olsa
arkadaşlarıdır, dedim. Burada boşu boşuna sövüp saymak para etmez, yarın sabah
doğru gider, işi komisere
anlatırsın: o, paltoyu kimin alıp kimin almadığını ortaya çıkarır.
Akakiy Akakiyeviç, evine perişan döndü. Yanlarındaki, ensesindeki bir tutam saç,
büsbütün dağılmıştı. Göğsü,
yan böğürleri, pantolonu kar içindeydi. Kapı sert sert vurulunca, ev sahibi yaşlı kadın,
yatağından fırladı. Telaşla
terliğinin yalnızca bir tekini ayağına geçirebildi, namuslu bir kadın olduğu için bir
eliyle göğsünü, gömleğini
tutarak kapıyı açmaya koştu. Kapıyı açtıktan sonra Akakiy Akakiyeviç’in durumunu
görünce bir irkildi. İşi
anlayınca da ellerini çırparak dedi ki, “Doğruca komisere gitmelisin. Çünkü mahalle
polisi söz verir, ama işi de
sürüncemede bırakır. En iyisi gene komisere gitmektir. Aslında kendisi de onu tanır.
Bir zamanlar, yanında
aşçılık eden Finli kadın Anna, şimdi komiserin evinde dadılık ediyor, hem kendisi de
komiseri, evin önünden
arabayla geçerken görmüştü, her pazar kiliseye gider, ama gene de herkese güler
yüzle bakar.” Bütün bunlardan
anlaşıldığına göre başkomiser, gerçekten iyi bir adam olsa gerekti. Akakiy Akakiyeviç,
kadının bu öğüdünü
dinledikten sonra, düşünceli düşünceli odasına doğru yürüdü. Geceyi nasıl geçirdi,
bunu düşünmeyi, kendilerini
onun yerine koyabilenlere bırakıyorum. Sabahleyin erkenden komisere gitti,
uyuduğunu söylediler. Saat onda
gitti, yine uyuduğunu söylediler. On birde gitti. ‘Bay komiser, şimdi çıktı,’ dediler.
Yemek zamanında yeniden
gitti, yazmanlar bırakmak istemediler. Niçin, neden geldiğini kesinlikle öğrenmek
istiyorlardı. Akakiy
Akakiyeviç, yaşamında ilk olarak bütün gücünü toplayıp özyapısının gücünü
göstermek istedi. Sözü kısa
keserek, “Komiserin kendisini görmeliyim,” dedi. Bakanlıktan resmî bir işle geliyordu,
bir şikâyet etti mi,
görürlerdi günlerini sonra. Yazmanlar buna karşı bir şey söylemeyi göze alamadılar.
Biri gidip komisere bildirdi.
Komiser, bu aşırılan palto öyküsünü tuhaf karşıladı. Asıl işe bakacak yerde Akakiy
Akakiyeviç’e, birtakım
cehennem soruları sormaya başladı. Evine niçin böyle geç dönüyormuş, sakın
uygunsuz bir yerde takılıp kalmış
olmasınmış. Öyle ki, Akakiy Akakiyeviç, adamakıllı bozuldu. Palto işinin sağlama
bağlanıp bağlanmadığını
anlamadan kendini dışarı dar attı.
Yaşamında ilk olarak, bütün gün daireye uğramadı. Ertesi gün, solmuş, daha da acıklı
bir durum almış olan eski
paltosuyla işe gitti. Birkaç memur, çalınan palto dolayısıyla onunla alay etmek
fırsatını kaçırmadılar, ama çoğu
durumuna acıdı. Hemen aralarında para toplamaya karar verdiler. Yalnızca toplanan
para, pek az bir şeydi.
Çünkü müdürün portresiyle, şube müdürünün önerisi üzerine, arkadaşı olan bir
yazarın kitabı için memurlardan
daha önce de para kesiliyordu, bu yüzden toplanan para önemsizdi. Arkadaşlarından
biri acıyarak, adamcağıza
hiç olmazsa iyi bir öğütle yardım etmeyi düşündü. Mahalle polisine gidip de ne
yapacak, şeflerinin gözüne
girmek için polis, belki paltoyu bulur, bulur ama Akakiy Akakiyeviç, yasal kanıtlarla
kendisinin olduğunu
kanıtlayamazsa, palto, gene poliste kalırdı. En iyisi bir büyük adama başvurmalıydı,
bu büyük adam, kimlerle
görüşmek gerekirse görüşür, ne yapar eder, işin yola girmesini sağlayabilirdi.
Yapılacak şey yoktu. Akakiy
Akakiyeviç, büyük adama gitmeye karar verdi. Bu büyük adamın görevi, hâlâ
bilinemiyor. Şunu da söyleyelim
ki, büyük adam, sonradan büyük olmuştu. Daha önce hiç de büyük değildi. Bugünkü
konumu da, başkalarının
yanında pek önemli sayılmaz. Ama ötekilerin gözünde önemsiz gibi görünen bir
konum, her zaman, her yerde
birtakım adamların gözünde önemli görünebilirdi. Kendisi de konumunun önemini,
birtakım davranışlarla
artırmaya çalışmaktan geri kalmazdı. Verdiği buyruğa göre, daireye geldiği zaman,
küçük memurlar, kendisini ta
merdiven başında karşılayacaktı, kimse kendisine doğrudan doğruya
başvurmayacaktı; her iş, sıkı bir sıra
güdülerek kendisine ulaşmalıydı; kayıt memuru yazmana, yazman düzelticiye ya da
birine bildirmeli, iş, ancak
bu dolambaçlı yoldan geçerek kendisine gelmeliydi. Şu bizim mübarek Rusya’da, her
insanda bir yansılama
hastalığı vardır. Memur, ille müdürüme benzeyeyim, diye tutturur. Anlattıklarına göre,
bir düzeltici parçası,
bilmem nerede, küçük bir dairenin müdürü olunca, ilk iş olarak, kendisine bir kabul
odası ayırtmış; kapıya
sırmalı, kırmızı yakalı uşaklar dikmiş. Bunlar kapının tokmağını tutarlar, her gireni
içeri alırlarmış. Oysa bu
kabul odasına şöyle böyle bir yazı masası bile güç sığıyormuş. Büyük adamın yöntem
ve alışkanlıkları gösterişli,
ciddî, ama oldukça basitçeydi. Çalışma düzeni disipline dayanırdı, ikide bir ‘Disiplin,
disiplin, gene disiplin,’ der
dururdu. Sözünü bitirirken karşısındakinin yüzüne şöyle yüksekten bir bakardı. Hoş,
böyle bakmasına da gerek
yoktu ya. Çünkü daire makinesini işleten on memurunu adamakıllı yıldırmıştı. Onu
uzaktan gördüler mi,
memurlar, işi gücü bırakıp elpençe divan dururlar, müdürün geçmesini beklerlerdi.
Yanındaki küçük memurlarla
hep sert sert konuşurdu. Konuşması hemen hemen şu üç cümleyi geçmezdi: ‘Bu ne
cüret! Kiminle
konuştuğunuzu biliyor musunuz? Karşınızda kim var, biliyor musunuz?’ Ama neme
gerek, gene de iyi bir
adamdı; arkadaşlarına karşı iyi davranırdı, iyiliği severdi. Yalnızca general rütbesi onu
büsbütün şaşırtmıştı. Ne
oldum delisi olmuş, kendisini yitirmişti. Nasıl davranacağını bir türlü kestiremiyordu.
Kendi dengiyle
konuşurken, hiç de aptal olmayan, çok kibar bir adam gibi bile davranırdı. Ama ondan
bir rütbe bile aşağı
olanların arasında saçma bir adam olur, asık yüzlü durumu, insanda acıma duygusu
uyandırırdı. Kendisi de,
orada zamanını çok daha iyi geçirebileceğinin ayrımındaydı. Kimi zaman hoş bir
konuşmaya, bir gruba
katılmaya karşı içinde güçlü bir istek belirirdi. Ama bu, kendisine yaraşmayan bir
davranış olmasın, senli
benliliğe kaçmasın, sakın saygınlığını sarsmasın düşüncesi, onu birdenbire
durdururdu. Bu gibi düşünceler
yüzünden her zaman bir köşede sessiz kalır, ancak arada bir tek heceli birtakım
sesler çıkarırdı, bundan dolayı
da, her yerde pek sıkıcı bir adam diye tanınmıştı. İşte Akakiy Akakiyeviç, böyle bir
büyük adama başvurmuştu.
Hem de kendisi için uygunsuz, ama büyük adam için pek elverişli bir zamanda. Büyük
adam, o sırada çalışma
odasındaydı. Yeni gelmiş, birkaç yıldır görmediği bir eski dostuyla, bir çocukluk
arkadaşıyla neşeli neşeli
konuşuyordu. Kendisine bir İskarpinoğlu’nun geldiğini haber verdiler. Birdenbire, sert
bir sesle, “Kimmiş o?”
dedi. “Memurun biri,” karşılığını verdiler. Büyük adam, “Beklesin, şimdi sırası değil,”
dedi. Şunu da söyleyelim
ki, büyük adam düpedüz yalan söylüyordu. Vakti vardı, arkadaşıyla epey zamandan
beri her şeyi konuşmuşlardı.
Epey zamandan beri de konuşmaya sık sık ara veriyorlardı. Arada bir hafifçe
birbirlerinin dizlerine vurup, “İşte
böyle İvan Abramoviç; ya böyle demek Stepan Varlamoviç,” demekten başka söz
bulamıyorlardı. Ama büyük
adam, gene de memurun beklemesini buyurdu. Böylece epey zaman önce hizmetten
ayrılıp köyünde yaşayan
arkadaşına, memurların kendisini nasıl uzun süre beklediğini göstermek istiyordu.
Sonunda uzun uzun
konuştuktan, daha doğrusu bol bol sustuktan, koltuklara rahat rahat yaslanıp
purolarını tüttürdükten sonra, büyük
adam, sanki birdenbire anımsamış gibi, kapının önünde elindeki evrakla bekleyen
yazmanına, “Orada bir memur
bekliyor sanırım,” dedi, “Söyleyin, gelebilir.” İskarpinoğlu’nun gösterişsiz
görünümünü, eski püskü üniformasını
görünce, general rütbesini, bugünkü konumunu almadan bir hafta önce, ayna
karşısında tek başına konuştuğu o
sert, o kesik sesiyle, “Ne istiyorsunuz?” dedi. Akakiy Akakiyeviç, hemen o gerekli olan
çekingenliğini takınmış,
oldukça da şaşırmıştı. Elinden geldiği, dilinin döndüğünce, her zamandan daha çok
‘şey, şey’ diyerek anlattı:
yepyeni bir paltosu varmış. Sırtından insafsızca almışlar. Kendisine ricaya gelmiş,
emniyet müdürüyle ya da
başka biriyle görüşüp etsin de paltosunu bulsunlar. Bu dilek, generale nedense pek
garip göründü. Kesik sesiyle:
– Bayım, siz yol yordam nedir bilmez misiniz? dedi. Ne diye bana geldiniz? İşler nasıl
izlenir, bilmiyor
musunuz? Bu iş için önce dilekçe verilecekti; dilekçe düzelticiye, düzelticiden şube
müdürüne, şube müdüründen
yazmanıma gidecek, yazman da bana verecekti.
Akakiy Akakiyeviç, baştan aşağı kan ter içinde kalmıştı; büsbütün kırılmak üzere olan
cesaretini toplamaya
çalıştı:
– Ben, ekselans, şey, sizi rahatsız etmeye yeltendim, çünkü, yazmanlara, şey, pek
güvenilmez de…
Büyük adam:
– Vay, bu ne cesaret! diye kükredi. Bu düşünceleri size kim aşıladı. Gençler arasında
üstlerine, yüksek adamlara
karşı böyle saygısızca duygular nasıl olup da yayılıyor?
Büyük adam, Akakiy Akakiyeviç’in elliyi aşkın olduğunu anlamamış olacaktı. Çünkü
Akakiy Akakiyeviç’e
ancak karşılaştırma yoluyla, yani 70 yaşına varan bir kimse yanında genç denebilirdi.
– Kiminle konuştuğunuzu biliyor musunuz? Karşınızda kim var, biliyor musunuz?
Anlıyor musunuz, size
söylüyorum?
Bunları söylerken öyle tepinmeye başlamış, sesi de öyle yüksek, öyle güçlü bir tona
çıkmıştı ki, Akakiy
Akakiyeviç değil, kim olsa korkuya düşmekten kendini alamazdı. Akakiy Akakiyeviç,
yıldırımla vurulmuşa
döndü, sendeledi; vücudu baştan aşağı titremeye başladı, ayakta duramıyordu.
Hademeler yetişip kendini
tutmasalardı, kesinlikle yere düşecekti; onu kıpırtısız olarak dışarı çıkardılar. Büyük
adamsa sözlerinin
umduğundan çok etkili, bir insanı bayıltacak güçte olduğunu düşünerek büsbütün
kendisinden geçmişti. Bu işi
nasıl karşıladığını anlamak için göz ucuyla arkadaşına baktı, sevinçle gördü ki,
arkadaşı da pek tuhaf bir ruh
durumu içindeydi, onun da biraz korkmaya başladığını hoşnutlukla gördü.
Akakiy Akakiyeviç, merdiveni nasıl indiğini, sokağa nasıl çıktığını anımsamıyor, elleri
ayakları tutmuyordu.
Hiçbir zaman bir generalden böyle bir papara yememişti, hem de yabancı bir
generalden. Sokaklarda rüzgâr
esiyordu. Akakiy Akakiyeviç, rüzgârda ağzı açık, kaldırımlardan ine çıka yürüyordu.
Rüzgâr, – Petersburg’da
böyledir – her yandan, her sokak başından, üzerine doğru esiyordu. Bir an, boğazına
bir şey tıkanır gibi oldu. Bir
söz söylemeye gücü yoktu, kendisini eve dar attı. Her yanı şişmişti, yatağa düştü. İşte
kimi zaman gerekli
paylamalar, böyle etkili oluyor. Ertesi gün ateşi yükseldi. Hastalık, Petersburg
ikliminin cömert yardımıyla,
beklendiğinden daha da çabuk ilerledi. Doktor, gelip nabzını saydıktan sonra, yakı
salık vermekten başka umar
göremedi. O da, hasta hekimliğin yüksek yardımından yoksun kalmasın diye. Ayrıca
da ekledi: “Bir buçuk gün
ya yaşar, ya yaşamaz, sonra tahtalı köyü boylayacaktır. Siz de hanımcığım, zaman
yitirmeden, onun için bir çam
tabut ısmarlayın. Çünkü, meşe tabut ona göre pahalıcadır!” Akakiy Akakiyeviç, bu
şom ağızlının söylediklerini
işitti mi? İşittiyse bu sözler üzerinde güçlü bir etki yaptı mı? O anda üzünçle dolu
yaşamının acısını duydu mu?
Bilmiyoruz. Çünkü bu sırada Akakiy Akakiyeviç, boyuna sayıklıyor, ateşler içinde
yanıyordu. Gözleri önünden
boyuna birbirinden acayip şeyler geçiyordu. Gözlerinin önüne Petroviç geliyor, ona,
içinde hırsızları
yakalayacak bir tuzak bulunan bir palto ısmarlıyordu. Yatağının altına boyuna hırsızlar
giriyordu. Akakiy
Akakiyeviç, battaniye altından tutup hırsızları çıkarması için durmadan ev sahibi
kadını çağırıyor, gözünün
önünde niçin eski paltosunun asılı durduğunu soruyor, yeni bir paltosu olduğunu
söylüyordu. Kendisini generalin
karşısında sanıyor, o gerekli paylamayı işitiyor, “Bağışlayın, suç bende ekselans,”
diyordu. Bir ara öyle sunturlu
sövgüler savurmaya başladı ki, ev sahibi yaşlı kadın, ondan hiç böyle şeyler
işitmediği, hem de bu sözler
ekselans sözünün hemen ardından geldiği için, boyuna istavroz çıkarmaya başladı.
Sonra öyle sözler, öyle saçma
sapan şeyler söylüyordu ki, hiçbir şey anlaşılmıyordu. Yalnızca bu karmakarışık sözler,
dönüp dolaşıp palto
üzerine geliyordu. Sonunda zavallı Akakiy Akakiyeviç, yaşama gözlerini kapadı.
Odasını da, eşyasını da
mühürlemediler. Bir kez, mirasçısı yoktu. Aslında kalan mirası da varla yok arasıydı:
bir deste kaz tüyü, bir
paket başlıklı beyaz kâğıt, üç çift çorap, pantolonundan düşmüş iki üç düğme, bir de
okurun bildiği palto… Bütün
bunlar kimlere kaldı, Tanrı bilir. Açıkça söyleyelim ki, öyküyü anlatan da bu işle
ilgilenmemişti. Akakiy
Akakiyeviç’i gömdüler. Petersburg, onsuz kaldı. Sanki bu kentte hiç yaşamamıştı.
Kimsenin koruyup
gözetmediği, yakını saymadığı, yabancı bir sineği bile iğneleyip mikroskopla
incelemeyi savsaklamayan bir
doğa bilgininin bile ilgilenmediği bir varlık, yitip gitmişti; bu varlık, daire alaylarına
sabırla katlanmış, hiçbir
olağanüstü iş görmeden dünyadan göçüp gitmişti. Yalnızca ona, son günlerine doğru
da olsa, zavallı yaşamını
biraz olsun canlandıran palto biçiminde nurlu bir konuk gelmişti. Ama bu dünyanın
güçlü insanları üzerine
yıkım nasıl çökerse, onun üzerine de, önüne geçilmez bir biçimde çöktü. Ölümünden
birkaç gün sonra,
bakanlıktan evine gelen odacı, şu buyruğu getirdi: ‘Müdür istiyor, hemen gelmeli’.
Hademe ister istemez boş
döndü. Karşılık olarak da artık gelemeyeceğini söyledi. “Niçin?” diye sordular? “Ee,
öldü de ondan. Gömüleli
dört gün oluyor.” Böylece Akakiy Akakiyeviç’in ölümü, bakanlıkta da öğrenildi. Ertesi
gün yerine çok daha uzun
boylu, ama harfleri dik değil de yatık yazan birisi geldi.
Akakiy Akakiyeviç için söyleyeceğimiz sözlerin burada bitmeyeceği kimin aklına
gelirdi? Kimin aklına gelirdi
ki, sanki hiç göze çarpmayan varlığına bir ödül olsun diye, ölümünden sonra birkaç
gün daha çok gürültülü bir
yaşam sürmesi onun alınyazısı olacaktı? Neyleyelim ki, böyle oldu. Şimdi zavallı
öykümüz, birden akla
sığmayan bir yön alıyor, öylece de sona eriyor. Petersburg’da birdenbire bir söylenti
dolaşmaya başladı: Kalikin
Köprüsü’nde, daha da uzaklarda geceleri, çalınan paltosunu arayan memur kılıklı bir
hayalet görülmeye
başlamıştı. Bu hayalet, çalınan paltosuna karşılık, konumuna, adına sanına
bakmadan, rasgeldiği insanın
omuzundan, ne biçim olursa olsun, paltosunu çıkarıp alıyor, kedi kürklü, samur
kürklü, pamuklu olsun, tilki, ayı
kürklü olsun, tek sözcükle insanların kendi derilerini örtmek için kullandıkları her
türlü, deriler ve kürklerle kaplı
şey onun için kabul edilebilirdi. Bakanlık memurlarından biri ölüyü gözleriyle görmüş,
Akakiy Akakiyeviç
olduğunu kaşla göz arasında tanımıştı: ama birdenbire öyle bir korkuya kapılmış ki,
var gücünü bacaklarına
vererek kaçmaya başlamış, bunun için ölüyü adamakıllı seçememiş, yalnızca uzaktan
parmağını sallayarak
kendisini korkuttuğunun ayrımına varmıştı. Her yandan yakınmalar yağmaya başladı,
yalnızca düzelticilerin olsa
neyse, ama müdürlerin bile sık sık paltoları aşırıldığı için, sırtları, omuzları üşüyor diye
yakınmalar geliyordu.
Polislere, hayaleti ölü ya da diri yakalayıp getirmeleri, başkalarına ibret olsun diye iyi
bir cezalandırmaları
buyuruldu, ki bu buyruk az kalsın başarıyla yerine getirilecekti. Kirüşkin Sokağı’nda,
bilmem hangi mahallenin
bekçisi, bir zamanlar flüt çalan eski bir çalgıcının sırtından zerdeva kürkünü çıkarırken
ölüyü suç üstü yakalamış,
hemen yakasına yapışmıştı. Sonra sesi çıktığınca bağırarak iki arkadaşını çağırmış,
onlara ölüyü tutmalarını
söylemişti. Kendisi de tütün tabakasını çıkarıp donmuş olan burnunu biraz olsun
ısıtmak için elini çizmesine attı.
Ama tütün öyle bir türdendi ki, kokusuna ölü bile dayanamazdı. Polis, eliyle burnunun
sağ deliğini kapattı, sol
deliğinden ancak yarım avuç çekmiş çekmemişti ki, hayalet aksırmaya başladı; öyle
aksırdı ki, üçünün de yüzleri
baştan aşağı ıslandı. Polisler gözlerini uğuştura dursunlar, hayalet yitip gitmişti.
Şaşırdılar. Hayaletin gerçekten
ellerine geçtiğine bile inanacakları gelmiyordu. Bundan sonra nokta bekleyen polisler,
ölüden öyle korkmaya
başladılar ki, canlıları bile yakalamaktan çekiniyorlar, yalnızca uzaktan, “Hey bana
baksana, yoluna git hele!”
diye bağırmakla yetiniyorlardı. Ölü memursa tabansız insanlara oldukça korku
vererek Kalikin Köprüsü’nün beri
yakasında da görünmeye başladı.
Ama biz, o büyük adamı bıraktık. Oysa o, yüzde yüz gerçek olan öykümüzün tuttuğu
bu olağanüstü yolun asıl
sorumlusu sayılabilir. İlk önce hakkını yemiş olmamak için söyleyelim ki, büyük adam,
iyice haşladığı zavallı
Akakiy Akakiyeviç’e biraz acımıştı. Acıma, ona hiç de yabancı bir duygu değildi.
Zaman zaman yüreğinde
birçok iyi kıpırdanış duyardı; ama konumu, zaman zaman, bunların ortaya çıkmasına
engel oluyordu. Daha
çalışma odasından arkadaşı çıkar çıkmaz, Akakiy Akakiyeviç’i düşündü. Görev
sırasında paylamasına
dayanamayan zavallı memur, o günden sonra da sık sık gözlerinin önüne geliyordu.
Akakiy Akakiyeviç’i düşüne
düşüne öyle bir kaygıya düştü ki, bir hafta sonra, nasıl olduğunu, yitik palto işinde
kendisine yardım edip
edemeyeceğini anlamak için ona bir memur göndermeye bile karar verdi. Akakiy
Akakiyeviç’in ateşler içinde
yana yana, kısa bir zamanda öldüğünü haber alınca şaşırmış, vicdan azabı duymuş,
bütün gün içi sıkılmıştı.
Akşam olunca, bu rahatsız edici duyguyu biraz unutmak, biraz vakit geçirmek için bir
arkadaşına gitmiş, orada
oldukça büyük bir topluluğa raslamıştı. İşin iyi yanı da, orada hemen herkes aynı
rütbede olduğu için kendisini
özgür duyumsadı. Açılmaya başladı, hoş konuşan, nazik bir adam oldu. Kısacası,
vaktini çok güzel geçirdi.
Akşam yemeğinde bir iki bardak şarap içti. Bilirsiniz ya, bu, insanın neşesini hiç de
kötü etkileyen bir şey
değildir. Şampanya, kendisine birtakım garip düşünceler verdi: Evine değil, sanırım
Alman soyundan olan,
dostça duygularla bağlı olduğu Karolina İvanovna adlı bir bayana gidecekti. Şunu da
unutmayalım ki, büyük
adam, artık pek genç sayılmazdı. İyi bir baba, saygıdeğer bir aile başkanıydı. Birisi
dairede çalışan iki oğlu vardı.
Bir de eğri ama sevimli burunlu, her gün, ‘Bonjour papa’ diyerek elini öpmeye gelen
on altı yaşında çok hoş,
güzelce bir kızı vardı. Karısı hâlâ taze, hiç de çirkin sayılmayan bir kadındı. İlk önce
öptürmek için elini uzatır,
sonra da avucunu çevirerek kendi elini öperdi. Ama büyük adam, ev yaşamının
rahatlıklarından tümüyle hoşnut
olmakla birlikte, kentin öbür yakasındaki bir bayanla dostça düşüp kalkmayı da görgü
kurallarına uygun
buluyordu. Dostu, karısından daha genç, daha hoş bir kadın da değildi. Ama bu
olağan şeyler üzerine yargıya
varmak doğru olmaz. Büyük adam, merdivenden inip kızağına bindi, arabacıya:
“Karolina İvanovna’ya,” dedi.
Sıcacık kürküne kelli felli bir edayla sarınarak, Rus insanı için daha güzeli
düşünülemeyen bir tutum takındı:
Yani hiçbir şey düşünmüyordu, birbirinden daha çekici düşünceler, arkalarından
koşma zahmetini vermeden,
kendiliğinden geliyorlardı. Neşeli neşeli geçirdiği akşamın hoş yönlerini, o küçük
topluluğu güldüren bütün
nüktelerini, bunların çoğunu kendi kendisine hafif sesle yineliyor, gene ilk söylediği
zamanki gibi güldürücü
buluyor; yeniden, içinden gelerek gülüyordu. Ama arada sırada hızını artıran sert bir
rüzgâr, ona engel oluyordu.
Birdenbire, nerden, niçin kopup geldiği bilinmeyen bu rüzgâr, yüzünü sanki ustura
gibi kesiyor, yüzüne kar
taneleri serpiyor, paltosunun yakasını yelken gibi savuruyordu, ya da birdenbire,
güçlü bir itişle yakayı kafasına
fırlatıyor, büyük adam da başını çıkarmak için akla karayı seçiyordu. Birdenbire
birisinin güçlü bir biçimde
yakasına yapıştığını duyumsadı; arkasına bakınca kısa boylu, yıpranmış üniformalı bir
adam gördü, büyük bir
korkuyla bu adamın Akakiy Akakiyeviç olduğunu anladı. Memurun yüzü kar gibi
apaktı, tıpkı bir ölü gibi
bakıyordu. Ama büyük adamın korkusu büsbütün arttı. Hayalet, ağzını çarpıtıyordu.
Ürkütücü bir mezar korkusu
saçarak şu sözleri söyledi: “Sonunda, şey, seni… yakana yapıştım! İşte senin palton
gerekli bana…. Benimkiyle
hiç uğraşmadın. Üstelik de beni haşladın. Şimdi çıkar bakalım paltonu!” Neredeyse,
zavallı büyük adamın yüreği
duruverecekti. Dairede, genellikle kendisinden aşağı rütbedeki insanlar yanında çok
güçlü bir istenç gösteriyor,
herkes, erkek yüzüne, boyuna bosuna bakınca, “E, yaman adam doğrusu!” diyordu,
ama şu anda, pehlivan yapılı
görünen insanların çoğu gibi öyle bir korktu ki, az kalsın düşüp bayılacaktı.
Omuzundan ivedilikle kürkünü
çıkardı. Sesi çıktığınca haykırarak, “Eve,” dedi, “Son hızla!” Arabacı, her zaman nazik
anlarda daha güçlü
kanıtlarla işittiği bu sesi duyunca, ne olur ne olmaz diyerek omuzlarını kaldırdı, başını
eğdi, kamçısını şaklattı,
araba ok gibi yerinden fırladı. Büyük adam, beş altı dakikada evinin kapısına gelmişti.
Solgun, korku içinde,
paltosuz, kürksüz, Karolina İvanovna’ya gidecek yerde evine gelmişti. Odasına
güçlükle çıktı. Çok rahatsız bir
gece geçirdi. Ertesi sabah kahvaltı ederken kızı, “Bugün çok solgunsun baba,” dedi.
Ama babası boyuna susuyor,
kimseye başına gelenleri, nereye gittiğini, nereye gitmek istediğini anlatmıyordu. Bu
olay onu çok değiştirdi.
“Bu ne cüret! Kiminle konuştuğunuzu biliyor musunuz? Karşınızda kim var biliyor
musunuz?” sözlerini bile
daha az kullanmaya başlamıştı. Bunları söylese bile, karşısındakini dinlemeden önce
değil, işin ne olduğunu
anladıktan sonra söylerdi. En çok dikkati çeken bir nokta da, ölü memurun bir daha
görülmemesiydi. Generalin
paltosu kendisine sanırım tıpatıp gelmişti. Hiç olmazsa o günden sonra hiçbir
paltonun alındığı bir daha
işitilmedi. Ama birçok işgüzar, bu gibi şeyleri iş edinen adam, bir türlü rahat etmek
istemiyorlardı. Kentin uzak
yerlerinde hâlâ ölü memurun görüldüğünü söyleyip duruyorlardı. Gerçekten
Kolomenli bir polis, hayaleti bir
evden çıkarken gözleriyle görmüştü. Ama kendisi pek zayıf olduğu (bir gün bir evden
çıkan bir domuz yavrusu
onu devirmişti, çevresini saran arabacılar da katıla katıla gülmüşlerdi. Hoş, o da
bunun acısını çıkarmakta
gecikmedi. Her birinden tütün için onar kapik aldı) pek zayıf olduğu için ölüyü
durdurmaya kalkışmamış,
yalnızca peşi sıra gitmişti. Sonunda hayalet, birdenbire arkasına dönüp baktı, durdu;
“Ne istiyorsun?” diye sordu.
Bu sözleri söylerken canlılarda bile bulunmayan öyle bir yumruk kaldırdı ki, polis:
“Hiiç!” dedi, gerisin geri
döndü. Ama bu görülen hayalet, çok daha uzun boyluydu, kaytan bıyıkları vardı;
Obuhov Köprüsü’ne doğru yürüyerek gecenin karanlığı içinde yitip gitti.
idebiyat
Nikolay Vasilyeviç Gogol