Bir kadın ve bir adam ıssızca boğuldular aşk denizinde… Adamın yüreği hafif irice, kadının yüreği biraz deliceydi. Adam her sabah kadını şakaklarından öperek uyandırırdı. sonra çayı ocağa koyar ekmek almaya koşardı. Her gün pide yerlerdi, zira durumları da biraz halliceydi. Bu destansı aşk klasik bir filmin sıra dışı aşk hikayesi gibi başlamıştı.
…
Adam bir yaz akşamı balkondan dışarıyı izlerken akşamsefası tadında bir kadının, zümrüt yeşili şalıyla rüzgarla boğuşarak otobüse yetişme telaşını izlemişti.
Aklı kadınla birlikte otobüse binen adam günlerce mecnun gibi gezmiş, evinin karşısındaki duraktan gözünü ayıramamıştı ama ne çare giden gitmiş, rüzgar zümrüt şalın kokusunu da alıp kaybolmuştu… Sonra bir gün bir köşe başında iki nefes arasında Leyla’sını gördü Mecnun…
Kadın bir sahafın önünde elinde bayağı eski bir kahverengi bir kitapla sokağa asalet katıyordu. Adam o asil ruhlu kadının ışıltısından gözlerini alamadı. Sadece izliyordu. Sanki hayat senaryosu gözlerinin vizyonuna girmiş gibi izliyordu…
O an her şey durmuş gibiydi. Kalbi ah, onu yok eden şu et parçası, durmuş gibiydi ama bir yandan aynı et parçası sol yanını delercesine atıyordu. Bir adım attı. Bir adım ki; sonsuzluğa açılan yolda ilk adım gibi, bir adım ki Azrail’in ölüm masasına düşürüveren tek adım…
Ah bir adım ki tüm duyguların karışımı ölümle yaşamı aynı bedene sokan ‘aşka’ atılmış. Bir adım… Zaten her şey, her ne olduysa bir adımda oldu.
Bir adımda yürümeyi öğrendik. Bir adımdır bizi göğe çıkaran, yerin dibine sokan, evet bir adımdır bizi aşka götüren… İşte adam da öyle bir adım attı. Ama sadece bir adımda kalabildi. Sanki koşmuş da yetişememiş gibiydi…
Kadına baktı, sustu ve kaldı… Kitaba baktı ’35 Yaş’ ‘Cahit Sıtkı’ ‘1967 Basım’ aklına kazıdı bunları. döndü ve durdu, öylece kaldı. cesaretini toplamaya çalışıyordu.Bekledi, bekledi sonra tekrar bekledi. Öyle ki, kaç beklemek geçirdi bilemedi, sanki ömrü beklemekle geçmiş gibiydi. Sonra döndü ama… Gitmişti. Bu ikinci gidişti. Zümrüt şalın kokusunu rüzgara ikinci kaptırışıydı. Sahafın önüne ilerledi, az önce burada, tam burada, bu sokakta, gözlerinin önünde, kalbinin ta içine duran asilliği çekti içine. Durdu, sonra korktu beklerse rüzgara yeni bir şeyler kaptırmaktan. Aceleyle sahafa girdi.
-’35 Yaş’ ‘Cahit Sıtkı’ ‘1967 Basım’ dedi.
-‘Ne?’ dedi sahaf.
– 35 yaş Cahit Sıtkı 1967 Basım, diye tekrarladı.
Sahaf ilerledi eski kahverengi bir kitabı masaya koydu. Adam cebindeki tüm kitabı masaya döktü, kitabı aldı ve çıktı. Ona göre üç beş kağıt parçası verip dünyaları almıştı. Kimine göre üç beş kağıt parçasına dünyaları vermişti. Bilmeyen ne anlardı ki aşktan, Cemal Süreya’dan?
Kimi özledim der kimi Nazım Hikmet okuyorum der. Sevdim diyemez de bugünler de Ahmet Arif gibiyim der edebiyat gönüllüler.
Zira edebiyat bilir, ee efendim edebiyat bilen edeplenir. Evet edebiyat karın doyurmaz ama sizi edepli birer insan yapar.
Edebiyat mı? Kalbin kelimelerle raksıdır, kalbe dolanın dile taşmasıdır.
Adam kitabı kaptığı gibi yola devam etti. Zira bu yol beklemezdi. Bir adımda kaybeder insan bir adımda kazanır. Eve varır varmaz balkona koştu ve kitabı okumaya başladı. (kitap deyip geçmeyin bir şaheserdir kendisi) arada da durağa bakıyor, bekliyordu. Belli artık günler böyle geçecekti. Koşmayı beklemeyecekti bu yolda beklemeyi koşacaktı.
Bir sayfa araladı kitabın en derin yerinden…
” Gün çekildi pencerelerden
Aynalar baştan başa tenha
Ses gelmez oldu pencerelerden
Gök kubbesi döndü siyaha”
Hava kararmıştı ve okumaya devam etti adam…
” Ne yardan geçilir ne serden;
Korkuyorum bu gecelerden
Bel bağladığım tepelerden
Gün doğmaya bilir bir daha”
Ah! Ne duygulu şiir dedi. Geceye baktı, bir iç çekti, bu şiir, bu şiir aşk kokuyordu. Artık gece bile tutamazdı onu, kalktı, kitabı cebine koydu, trençkotunu giydi ve geceye bıraktı ruhunu. Önce kalabalığa karıştı, kaybolmak istedi. Sonra bir deniz kenarında buldu kendini oturdu bir banka lacivert gökyüzüne daldı, uçtu, gitti… Onu döndürmeye bir ses yetti, kadife bir ses…
– Değil kardeşim, dal yeşil, gök mavi değil…
Bu ses bu sesin sahibi asil bir ruhtan başkası olamazdı. Bu ses bir adımda kaybettiğinin koşarak gelmesindeki zarafete ait olabilirdi ancak. Döndü ve bu asilliği göz bebeklerine doldurdu. Kadın devam etti.
– Bilsen ben hangi alemdeyim, sen hangi alemde!
Aklından geçer mi dersin aklımdan geçenler?
Adam ayağa kalktı kadına baktı ve devam ettirdi bu ‘İmkansız Dostluk’u.
– Sanmam. Yıldız ve rüzgar payımız müsavi değil.
Sen kendi gecende gidersin, ben kendi gecemde.
Ve iki ses, kadife ve keten, birbirine karıştı. Son kıta lacivert göğe yülseldi.
– Vazgeç kardeşim, ayrıdır bindiğimiz gemiler!
Bu iki edepli insan tam anlamıyla raks etmişlerdi kelimelerle. Adam kadının etrafında bir döndü, eğildi, elinden öptü. Kadın dantel eldivenini hoş bir edayla çıkardı denize baktı ve güldü, sonra başladı söze:
– Üzgünüm bayım ama bana ait bir şey var sizde.
Adam sustu. Sadece dinlemek istiyordu içindekini.
– Bayım size diyorum verin benim sevdamı.
Adam aldı sözü:
– Af buyurun bayanım, içime kor gibi düşen sizsiniz, sevdasını isteyen siz.
– Ne diyorsunuz bayım. Can benim, kitap benim, verin Cahit Sıtkı’mı. Sahaftan almışsınız da dalgınlığına gelmiş adamın, zira o kitap ezelden benim.
– Ebede kadar benim olacak öyleyse bayanım. Ben sizi bu kitapta buldum da siz nasıl buluverdiniz bu biçareyi?
– Hoş buldum efendim. Gönlünüz ben de kalmış da onu vermeye geldim.
– Aman hanımefendim, alın gönlümü sizin olsun ömrümce. Lakin karşılığında verin gönlünüzü bana. Veremem derseniz yüreğimde yangın çıkar bu şehir yanar.
– Hay hay vermem mi? Vermezsem, içimde kırılıp kalır ağlayan sesin.
Ah boşuna değildi üç beş kağıda dünyayı alması, dünyasını, hayatını sevdiğini… Değermiş demek, biz ne anlardık edebiyattan. Bakınız efendim bir kitap bin adımı kapatır.
…
İşte böyle aşkla başlayan bir hikaye aynı aşkla ilerliyordu. Adam yine erkenden uyanmıştı. Çayı ocağa koydu, kadın hala uyuyordu, kıyamadı uyandırmaya. Ekmek alayım sonra uyandırırım dedi. Adam Cahit Sıtkı’yı mırıldanarak ilerliyordu.
‘ Neydi o rüzgar ılgıt ılgıt esen?
Neydin güzelim ne türlü dilberdin!’
Bir rüzgar esti caddede. O sırada kadın uyanmıştı. O da evde başladı Cahit Sıtkı’nın ‘Bir Aşk Hatırası’nı mırıldanmaya…
Adamın mırıldandığı kıt’ayı devam ettiriyordu bilmeden…
‘ Hani ya gülüşünle istesen,
Dünyayı gözümden azat ederdin’
Bir rüzgar daha esti caddede adam şiirini savurdu göğe. Bir rüzgar daha esti caddede, kadın acıyla baktı göğe ve bir rüzgar adamı götürmeye yetti ebediyete…
Bir adam gitti, bin acı kaldı geriye.
Kadın:
– Ben sana mecburum ama sen yoksun… derken… Gökler Zarifoğlu gibi ACZ’ini haykırdı:
‘Ve ne çok acı var’
Giden gitti kalan yandı, aşk iki can daha eksiltti edebi hayattan. İsimler mi? Bir adam, bir kadın yahut Leyla ilen Mecnun ne fark eder, gitsen de kalsan da hattan ölsen de ‘ADI AŞK’ bunun.
‘ Mecnunum şikayet etmem Leyla’dan;
Başıma ne dertler açtığı halde.
Ne mümkün vazgeçsin bu sevdadan?
Bir kere karar kıldık bu hayalde.’
idebiyat
Zeynep KAPLAN