Tatlı Meyhanesi

tatlımeyhanesi                                                                                  Fotoğraf │Ara Güler
                                                                                                                                                      Sevgili  Emin Avcı’ya..

Şu viraneyi güzelce elden geçirip birkaç masa attım mı içeri, değmeyin keyfime. Köyün makus talihini değiştireceğim evelallah. İnsanlar baba yadigârını atıl bırakmayıp, aktarmaya kalksa memlekete faydası dokunacağı gibi Allah’ın bile hoşuna gider. “Aferin kuluma, atasının bıraktığına sahip çıkıyor” demez mi kurban olduğum? Biraz kum, iki torba çimento ve biraz kirece bakar hepsi. Hem çalışmaktan kim zarar görmüş ki ben göreyim.

İlk başta cepten yiyeceğim iki iki dört. Zamanla kulaktan kulağa yayılır nasılsa, canı muhabbet isteyenin uğrak yeri olur. Çünkü yöremizde şimdiye kadar benzerini ne gördüm ne işittim bugüne kadar. En yakını ilçe merkezinde. O da tıklım tıklım, yer bulabilene aşk olsun. Paraya para demeyeceğim inşallah. Civar köylerden gelen âlemcileri de hesaba katarsak gecede sekiz on masa dolar boşalır. Yolumu bulurum, rahat ederim kırkımdan sonra.

Hem ben içmiyorum ki, içene de karışmam arkadaş. Günahı vebali kendi boyunlarına, ben ticaretime bakarım. Asıl haram, konu komşuya rahatsızlık vermektir; yetim hakkı yemektir, insan öldürmektir, zina yapmaktır. Bunlara da bakmak lazım gelmez mi? Tabi canım… Yoksa efendice içip yoluna giden adama ne mahsuru var ki? Boşuna dememişler, ehli olmayana haramdır, diye. Ehil değilsen içmeyeceksin ciğerim… Zorlayan mı var?

Şu zamanda insanların vakit geçirdiği, stres attığı, rahatlayıp anadan yeni doğmuş gibi evlerine döndüğü mekânların azlığı dikkatimden kaçmıyordu ne zamandır. Böyle ortamların toplumun hizmetine verilmesi günah değil bilakis sevaptır bile. Topluma faydalı iş nihayetinde. İmkân verilse de her köyün yöresel meyhaneleri olsa, kültürümüz gelişse, kalkınsak. Fena mı yani? Fakat gel bizim köylüye laf anlat. Köylü milleti yobazdır. Laftan anlamaz. Dağnar adamı. İnsanın adını çıkarır.

Kuran okumayı bildiğimden, yaklaşık on sene önce bilmem kaç çinik buğday karşılığında köye imam durma maceramı da hatırlayınca işimin hiç de kolay olmadığını anlıyorum. Onları nasıl ikna edeceğimi bilmiyorum doğrusu; ama bu soruna en kısa zamanda çare bulmam gerektiğine eminim.

Köye meyhane açma fikrimle ilgili hacıdan hocadan fetva almaya kalksam kaba kaçar. Hem kim girer ki böyle bir vebalin altına? Öyle özgür düşünceli hocayı nereden bulacaksam? İyi de hangi devirdeyiz arkadaş, millet uzaya çıkıyor bizim uğraştığımız meseleye bak. Fetvaya metvaya ne hacet canım, özgür ve demokratik bir ülkede yaşıyoruz sonuçta. İstediğimi yaparım yapmasına da işte, kör cehalet gözümde aşılmaz dağ. Köylüye laf anlatmak deveyi hendekten atlatmaktan daha zor. Ya Rabbi bana yardım et.

Baba yadigârı viranenin tamiratı bitince ilçeden ısmarladığım masa ve sandalyeler de elime ulaştı. İlk başta köylüye çaktırmadan işlerimi idare etsem de artık ufak ufak meseleyi çıtlatmanın zamanı geldi. İçerinin temizliğiyle meşgulken Haceli’nin Mustafa’nın bana yöneldiğini gördüm lakin istifimi bozmadım. Aslında niyetimi aşikâr etmem için iyi bir fırsat geçmişti elime.

“Kolay gelsin sağdıç! Şuncacık köye lokanta falan mı açıyorsun ki bu kadar masa sandalyeyi yığmışsın içeri? Yoksam düğün salonumu İbo?”

Nayır, diyorum. Daha modern bir mekân kazandırmak istiyorum köyümüze. Yani canı çeken kebabını yesin; arzu eden de eşiyle dostuyla gelip eğlensin; meşrubatını, içkisini içsin arkadaş. Hangi devirde yaşıyoruz sonuçta? Değil mi Mustafa?

Mustafa, ne evet dedi ne de hayır. Sözlerimin ne anlama geldiğini düşünüp neden bahsettiğime tam vakıf olduktan sonra bana bir kuş bakışı fırlatıp usulca yanımdan uzaklaştı. Gidişi pek hayra alamet değildi. Beklediğim gibi gelişti olaylar. O saatten sonra köye meyhane açacağımı duyan herkesin ilgi odağıydım artık.

Köylü icraatımı hiç olumlu karşılamadı ama kafaya koymuştum bir kere. Hem köylü de kim oluyordu canım. Görmemişlik her dönemde başa bela. Kara cahille cahil mi olacağım yani. Bu yaşta en kolay ve karlı kazanç buydu benim için. Ölmek var dönmek yok arkadaş.

İlkin köyün aksakallıları geldi ikna için: “Etme oğlum, yapma oğlum. Böyle böyle şeyler duyduk. Başımıza taş mı yağdırmak istiyorsun. Bak sen hoca oğlusun. Baban hafızdı. Şu güzelim köyde imamlık yaptın bir sene. Çarpılırsın alimallah. Hiç imamlık yapmış adamdan meyhaneci olur mu evladım. Gel bu sevdadan vazgeç…” türünde aynı amaca hizmet eden onlarca cümleyle beni caydırmaya çalıştılar. Söylenenler bir kulağımdan girdi diğerinden çıktı çünkü kalkıştığım işle ilgili en ufak tereddüdüm yoktu.

Fena mı olur ağalar. İnsanlar gelip şuracıkta abdest alıp namaz kılacak; şuracıkta da dertleşip başını dinleyecek, geçici de olsa dünya gailesine veda edecekler. İpirahat biçimde evlerine geri dönecekler. Bu amme hizmeti değil de nedir? Allah hepimizin Allah’ı. Kuran hepimizin… Kurban olurum. Ben ticaretime bakarım sayın büyüklerim.

Kaçak mekânı duyan işgüzar İnce Osman meyhane açmaktan caymazsam fırsattan istifade beni hükümete şikâyet edeceğini söyledi. Böyle bir ihtimal karşısında bütün izinleri almam şarttı. Emir demiri keserdi elbette. Devlet baba güçlüdür, onunla aşık atılmaz. Tez davranıp bütün izinleri ruhsatları çıkarttım. Köylüyü karşıma almıştım bir de devleti alamazdım.

İnsan neye alışmıyor ki, buna da alışırdı nasılsa. Hem hükümetten iznim olduktan sonra köylü de kimmiş. Ev benim, arsa benim, günah benim. Bu kadar da müdahale edilmez ki insana.

Onlarca uyarıya kulak tıkadım ve o viraneyi resmen iş yerine çevirdim. İlk gün bir Allah’ın kulu gelmedi. Bir iki ay müşteri ummadığım halde ertesi günün akşamı komşu köyden bir grup çaldı kapımı. Bana iltifatlar dizdiler. Çok sevindim. İkinci gün kandile yağ damlamaya başlamıştı. Akarı kokarı yoktu. Keş parası vardı. Tatlı Meyhanesi koydum dükkânın adını. Kırmızı boyayla da özene bezene yazıp sundurmanın altına astım.

Üçüncü gün meyhanenin camları kırıldı. Aldırmadım. Şikâyetçi değildim. Değiştirme amacıyla çıkacaksan yola ufağı tefeği görmeyeceksin. Bana para lazımdı, işime baktım. Akıllılık ettim. Hem üzerinde gerektiğinden fazla dursam olaylar daha da büyüyebilirdi. Kimsenin para yolumu kesmesine müsaade etmeyecektim. Göz yummak bazen daha aydınlık sabahların teminatıdır.

En güzel kasetleri alıp her gece farklı şarkılar dinlettim misafirlerime. Memnuniyet önemli, müşteri velinimettir. Bazen ufak tefek yenilikler yapıyordum. Örneğin tavan süsleri asıyor, fosforlu ışıklarla mekâna her geçen gün daha eğlenceli bir boyut kazandırıyordum. Hatta önümüzdeki yıllarda -yani köylü kendini hazır hissedince- bayan şarkıcı bile getirtmeyi düşünüyordum. Bundan kimseye bahsetmedim tabi…

Masanın biri doluyor diğeri boşalıyordu şimdiden. Köyün ayağı alışmaya başlamıştı. Bir gece Mustafa’yı dahi ağırlamıştım. Bazen aylık memur maaşını tek gecede cebe indiriyordum. Aşağı yukarı her akşam mutlu dönüyordum evime. Bu nezih ortamın bozulmaması için yolda Allah’a dua ediyordum. Arada sadaka vermeyi de ihmal etmiyordum.

Kutsal günlere bir hafta kalmıştı. Ramazan demek işlerimin sekteye uğraması demekti. Sistemi ne güzel oturtmuştum oysa. Birkaç cam kırma operasyonu ve münferit saldırılar dışında köylüyle sorunum kalmamıştı artık. Hatta bazısı benimsemişliğini dışa vurup Tatlı Meyhanesine Hocanın Meyhane diyordu.

Ramazanın gelişi maneviyatımı bozmuştu. Mübarek gün tabi, en güzel şekilde ifa etmeli her Müslüman, lakin bizim paracıklar heba olacak tam otuz gün. Düşündükçe başıma ağrılar giriyordu. Uyku uyuyamaz hale gelmiştim.

Köylü, bu sefer merakla bu işin içinden nasıl çıkacağımı bekliyordu. Gün yaklaştıkça daha fazla ilgi odağı olduğumun farkına varıyordum. Hatta bazı beyaz sakallı güruhu “Olmaz öyle şey… Yok, daha neler… Ramazanda içki mi satılırmış. Satmak küfürdür, satan da kâfirdir” gibi söylemler geliştirerek üzerimde baskı kurmaya çalışıyordu. Mekân sahibi olarak arkamdan söylenenlere kulak tıkayamazdım. Yoksa işler tahmin ettiğimden fazla karışabilirdi. Pirince giderken bulgurdan olma ihtimalim yüksekti. Tereyağından kıl çeker gibi, şişi de kebabı da yakmadan işin üstesinden gelebilirsem keçi kurban adayıp fakire fukaraya dağıtacaktım.

Düşünceler aklımın koltuk altlarını gıdıklarken sonuncusunun üzerinde sebat kıldım. Ramazan boyunca meyhanemi komşu köyden adı yedi düvele duyulmuş bıçkın Neco’ya devredecektim. Adam köylüye rağmen mekânı otuz gün çalıştırsa hem ben kazanacaktım hem de o. Az mı? Fena düşünce de değildi hani. Dinle, diyanetle, namazla, niyazla, oruçla pek yakınlığı olmayan; aksine kavga, gürültü, bağırtı, çağırtı dedim mi akla ilk gelen komşu köyün sabıkalısı Neco parayı duyunca teklifimi mutlaka değerlendirecekti.

Keyifle Çatmasöğüt’ün yolunu tuttum. Yolda kelimeleri, cümleleri birbiri ardına dizdim. Bak Neco kardeş. Hem sen kazan hem de ben. Böyleyken böyle… Birlikten kuvvet doğar. Gel şu işi birlikte imar edelim. Ben tek başıma yetişemiyorum. Kazancım da iyi çok şükür. Uzak dersen bizim köyden ev bulurum sana. Yok, düzenimi bozmam dersen yuvan yine dursun, bazı zaman dükkânda yatıp kalkarsın. Sana da şu kadar maaş. Köy yerinde bu kazanç çok iyidir. Zengin sınıfa bile dahil olmuş sayılırsın…

Cümleler cümleleri kovaladı zihnimde kovalamasına da ya Neco’nun deliliği tutar da teklifimi kabul etmezse… İşte o zaman kazığa oturacaktım. İçimden üç Kulhü bir Elham okudum. Neco’nun kapısını çalıp derdimi ballandıra ballandıra anlattım. Masrafları çıkıp kazancı ikiye böleceğiz, dedim. Gelir gider ortak, kabul edersen çok para kazanacağız beraber. Daha ne istiyorsun köy yerinde, demeyi de ihmal etmedim.

Neco’nun önce gözü parladı, sevindirik oldu. Sonra aniden toparlanıp ciddi bir tavra bürünerek kendini naza çekmeye başladı. Tabi ben yer miyim? En son, düşün taşın arkadaş; sen yok dersen aklımda başkaları da var. Aynı şartlarda teklifimi onlara götüreyim, dedim. Böylece vazgeçilmezlik gibi bir kuruntuya kapılıp işimi zorlaştırmayacaktı. Yengemle de oturun konuşun, yarın cevabını bana bildirirsin, deyip Çatmasöğüt’ten ayrıldım.

Adam öldürmekten sabıkalı Neco ertesi gün meyhanede bitiverdi. Fikrinin müspet olduğunu ama bu işin vebalinden de çok çekindiğini söyledi. Belli ki ne koparırsam kâr düşüncesindeydi.

Sana verebileceğim, vaat ettiğimin dışında değildir Neco kardeş. Vebali de günahı da bana aittir. Yüz yüze bakacağız birbirimizi kandırmanın âlemi yok. Bunun üzeri beni aşar zaten. İnan zarar ederim, sana uymazsa başkasına diyivereyim. Yine de şunu bil ki benim gönlüm senden yana. Hem içki âlemine vakıfsın hem de sözünü dinler herkes. Yine de sen bilirsin, deyip fazla üstelemedim ki kendini naza çekmesin.

Bıçkın Neco’ya hamle bırakmadım. “Tamam, nasıl istiyorsan öyle olsun” dedi. Ramazan’a üç gün kala el sıkıştık. İyi dileklerde bulunduk. Ramazan’da dükkân açma fikrime sıcak bakmasa da kıvrak zekâmla onu da aştım. Oturduk, güzelce yemeğimizi yedik, üstüne de iki tek attık.

İlk iş olarak cama “İftardan Sonra Açığız” yazdım.  Tabi tepkiler gecikmedi. İşi beni kâfir ilan etmeye götürdükleri kulağıma kadar geldi. Doğru bildiğimden dört tane cahil için elbette caymayacaktım. Çok geçmeden sabırsızlıkla beklediğim heyet kapımı çaldı:

“Bak arkadaş. Köye meyhane açtın ses etmedik. Haramı ekmek param diye meşrulaştırdın ses etmedik. Çoluğumuzun çocuğumuzun günahına girdin, yine ses etmedik. İyi de bu mübarek ayda içki satmak da neyin nesidir İbo? Aklını başına al, yediğin bok sana geri döner bunu unutma.”

Bakın ağalarım, büyüklerim ve pek sevgili küçükler. Ne deseniz haklısınız. Sağ olun, var olun. Örfümüze ters gördüğünüzden ilk başta biraz mırın kırın etseniz de ekmeğime engel olmadınız. Zaten devletten izinlidir müessesem. Günahı sevabı bana. Ramazan’da açma meselesine gelince… Şimdi ben bu meyhaneyi Çatmasöğütlü Neco’ya kiraladım. Neco da normal olarak “Dükkânım bir ay kapalı kalırsa zarar ederim.” dedi. Adam haklı, onun lafının üzerine laf konuşmak bana yakışmaz. Hülasa dükkân benden çıktı, gidin siz derdinizi ona anlatın.

İçimden yüzlerine karşı gülerken köylünün afalladığını suratlarından anlayabiliyordum. Neco deyince hepsi şaşkın şaşkın birbirinin gözüne baktı. Sesleri kısılır gibi oldu. Jilet gibi kesildi suçlayıcı tavırları. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Sorumluluğumun hafiflediğinden midir nedir, içimi tarifi imkânsız bir huzur kapladı. Köylü bu sefer sert kayaya toslamıştı. Hiç kimse cesaret edip bıçkın Neco’ya iki çift dünya kelamı edemezdi. Oh olsundu.

Mübarek Ramazan’ın girmesiyle meyhaneye arada uğruyor, sahur vakti hesabı gördükten sonra evime dönüp gönül rahatlığıyla istirahata çekiliyordum. Neco, ben yokken de layıkıyla işleri idare ediyordu. İftardan sonra gelen müşteri potansiyeli Ramazan’dan öncekilerin sayısıyla kıyaslanamayacak kadar sekteye uğrasa da sonuçta ikimizin evine de ekmek gidiyordu fazlasıyla. Çok şükür.

İşlerin azlığından, masrafları düştükten sonra kalan parayı ikiye bölüyor, bir aylık ortaklığın keyfini çıkarıyordum. Bu rahatlığa alıştıktan sonra işbaşı yapmakta zorlanacaktım ama ne yapalım başa gelen çekilirdi.

Akşamları dolan iki üç masa başka köylerden gelen oruçsuz kişilerin sığınağıydı. Bunlar alkol bağımlısıydı. İki gece içmeseler çevrelerine zarar verirlerdi. Meseleye bu açıdan bakarsak pek de şerli iş yapmıyordum aslında. İçmek zararlı, ya içmemek? İçmemek de zararlı müptela adama…

Ramazan-ı Şerif’in bitmesine sekiz gün kalmıştı. Köylünün üzerimdeki baskısını bertaraf etmenin dayanılmaz huzuruyla orucumu açtım. Bir demlik çayı da mideme indirdim. Teravih namazının ardından meyhanenin yolunu tuttum. Neco’ya bir selam verip dönecektim.

Geceyi bölen çocuk sesleri ve köpek havlamaları zihnimin en sevimsiz noktalarını sevmeye azmediyordu. Karanlığın güzel bir mevsim olduğunu düşündüm. Belki de bu yüzden gece içilirdi. Çünkü günün gerçekliğine dar gelirdi o kadar geniş hayal ülkesi. Gecenin esrarlı iklimi içmeden de sarhoş edebilirdi elbette sırtını aya yaslamış on sekizlik delikanlıları.

Tatlı Meyhanesi tüm görkemiyle karşımda duruyordu. Aman Allah’ım! O da nesi? Rüyadan uyanmanın hiç vakti değildi. Beyaz kartona yazılarak cama iliştirilmiş yazıyla irkildim:

“Paralar Neco’nun günahlar İbo’nun.”

Şok, şok, şok! Bu aymazlığın açıklaması olmalıydı. Kapıyı araladım, iki masa doluydu. Neco’ya kibarca göz işareti yaptım. Vakur adımlarla yanımda bitti.

Aga, bu yazı ne demek oluyor; de hele, dedim.

Gözlerini belertti:

“Köylü arkamdan laf söylemiş, ne kâfirliğimi koymuş ne münafıklığımı. Ben de durumun bildikleri gibi olmadığını kısaca anlatayım istedim. Doğrusu da budur İbrahim Tatlı! Öyle değil mi?”

Şaşkındım. Böyle bir durum için b planım yoktu. Neco’nun sesindeki kararlı ton huzurumu rahatsız etti. Mesajı netti. Alttan almam gerektiğini düşünsem de kısa vadede kendimi toparlayıp birkaç okkalı laf etmeliydim.

İyi de kardeş; vebali, günahı neden hep benim sırtıma yüklüyorsun? Para da ikimizin vebal de. Böyle yazsan daha iyi olmaz mıydı?

“İşin aslı öyle değil ama. Ben sana ‘Ramazan günü uygun olmaz İbo’ dediğim de ‘günahı benim üstüme’ dememiş miydin? O halde neden Hint horozu gibi boynunu dikleştiriyorsun bakalım?”

İkinci şokun da etkisini zor güç atlattıktan sonra, Allah aşkına sök şunu camdan kardeş, millet de bir şey belleyecek, dedim.

“Git işine İbo, şalterlerimi de attırma. Konuştuğumuzun haricinde iş yapmadım ben. Gücüne gidiyorsa gel dükkânın başında dur. Cesaretin yoksa da sap yiyip saman sıçma karşımda!”

Hiç ses etmedim. Başım tahmin ettiğimden daha fazla belada idi. Müşteriyi, köylüyü, jandarmayı karşıma alabilirdim ama Neco bunların hiçbirine benzemezdi ki. Sağı solu belli değil delinin. Sabıkalı zaten. Ters laf etsem belki de beynine kan sıçrayacak, durduk yere canıma kıyacaktı.

Arkamı döndüm, evin yolunu tuttum mecburen. Yürürken çıkış yolları aradım kendimce. Aklıma bir iki parlak fikir gelse de Neco’nun asabi kişiliği gözümü korkutmuştu bir kere. Sağlıklı düşünmem için biraz dinlenmem gerekiyordu galiba.

Hesabı almak için meyhaneye gitmedim o gece. Unutmak için en iyi çözüm uyumaktı. Canım fena sıkkındı, üstelik uyku tutmuyordu gözüm. Biliyorum, biraz uyuyabilsem çabuk toparlanacaktım ama nerde… Sabaha kadar gözümü kırpmadım. Kelimeler, cümleler birbirini kovaladı. Horozların öttüğünü duydum. Fark etmeden uyumuşum sonra.

Uyku, içkiden büyük nimet doğrusu. Acılarımızla takriben sekiz saat vedalaşabilme imkânı verir bize. Bundan güzel ağrı kesici mi var? Ama uyanınca her şeyin kaldığı yerden devam etmesi büyük hayal kırıklığıdır. Acaba gerçek miydi, rüya mıydı sorgulaması yatakta başlar, yatakta biter. Çok geçmeden umut yerini kabullenişe bırakır ve kaldığımız yerden devam ederiz ağrımaya.

Uyanır uyanmaz ilk fark ettiğim dün geceki durumun hiç değişmediğiydi. Kurtarıcım kâbusumdu artık. Bakışlarındaki hinlik aklıma geldikçe kalbimin ritmi bozuluyordu. Düşüne düşüne akşamı ettim. İftardan sonra soluğu dükkânda aldım. Yazı camda duruyordu. “Günahlar İbo’nun, paralar Neco’nun.”

Neco’ya el ettim. Müşterilerle ilgileniyordu. Biraz ağırdan alması canımı sıksa da nihayetinde lütfedip yanıma gelmesine sevinmiştim bile. “Söyle!” dedi.

Bak kardeşim, bizim ortaklığımız bakidir ama senin şu hâl ve hareketine gerçekten çok kırıldım. İnsan hiç ortağından habersiz cama öyle şeyler yazar mı arkadaş? Hadi yazdın diyelim, kötü konuşmaz bari. Neyse bu geceden itibaren ben dükkânın başında duracağım. Sen ister çalış ister çalışma. Hangisini arzu edersen artık… İki şekilde de başımın üstünde yerin var.

“İbo, İbo! Belli ki sen beni keklemeye çalışıyorsun. Şunun şurasında kaç gün kaldı Ramazan’ın bitmesine? Güya Ramazan’da çalıştıracak, sonra da kıçıma tekmeyi basacaktın öyle mi? Ben de yediydim zaten. Ağzından büyük lokmaları tırtıklamaya kalkma sakın…”

Başımdan dökülen kaynar suların haddi hesabı yokken toparlanıp nasıl yani, diyerek zaman kazanmaya çalıştım. Adam gayet ciddiydi. Gözlerinden anladım. Ben de ciddiydim oysa, kimse anlamadı. Az sonra fırına verilecek kulak memesi kıvamındaki hamur kadar çaresizdim.

“Bak İbo, bu mekân ne kadar seninse artık benim de…  Konuşmamızın haricinde bir şey yaptığım yok. İşine geliyorsa böyle devam eder ortaklık. Yok; ben ortaklık istemiyorum, dersen basar gidersin. O kadar…”

Ciğerime sirayet eden bunca lafın hararetiyle yüzümün kıpkırmızı olma ihtimalini düşündüm. Son darbeyi yemeden hemen önce ayakta durmaya çalışan şanssız boksör gibi psikopat Neco’nun gözlerine baktım. Hayır mı gardaş, dedim diklenip.

Önce gülümsedi. Düşündüğümden daha şerli olduğuna kalıbımı basardım oysa. Aniden güler yüzü asıldı. Gözlerini gözlerime kilitledi. Tek bir kırpıntı görmedim. Dişlerini sıktı. “Mekân benimdir İbrahim Tatlı. Git bildiğin yere şikâyet et. Seni burada istemiyorum.” dedi.

Keşke diklenmeseydim. Meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmiştim. Akli melekelerimi kaybetmek üzereydim. Bu namussuz beni tamamen devre dışı bırakıp dükkânıma el koymak istiyordu. Kendince bedavadan mekân sahibi olacaktı üçkağıtçı.

Ses etmedim, doğruca yoluma gittim. Sahuru yapmadan yatağa girdim. Sabaha kadar uyku nedir bilmedim. Keşke şunu da söyleseydim, keşke şunu da yapsaydım diye bir sürü düşünceyle uğraştım durdum. Ne ara uyuduğumu hatırlamamakla birlikte sabah ezanının okunduğunu biliyorum. Sonrasını hatırlamıyorum zaten. Sızmış kalmışım.

Ertesi gün iftardan hemen sonra meyhaneye gittiğimde tabelanın değiştiğini gördüm. Gel de kahrolma arkadaş. Sen donsuza kıymet ver, uğursuzu baş tacı yap; o ise güzelim Tatlı Meyhanesi’ni Neco’nun Yeri yapsın. Olacak iş mi bu?

Hemen karşı çıktım. Bunun ne anlama geldiğini sordum. Sert çıktım yine. Aynı sertlikte haddimi bildirdi. Artık benimle ortaklık yapmayacağını, meyhanenin yarı hissesini de benden satın alacağını söyledi.

Tam benim istediğim noktaya gelmişti mesele. Çünkü sorunu sağ salim halletmenin bence de tek yolu güzelim mekânı o uğursuza satmaktı. Aksi halde başıma gelecek bin bir tür felaketi tahmin edebiliyordum. Böyle tiplerin sağı solu belli olmaz. Parası batsındı, bir an önce bu dertten en karlı biçimde kurtulmalıydım.

Ayrılma fikrine tamam, dedim. Hemen içeri girip elinde yazılı bir kağıtla geri döndü. Belli ki daha önce ayarlamıştı. Kendisine azıcık imkan tanımamı, borcunu on beş gün içerisinde kuruşu kuruşuna ödeyeceğini beklemediğim ölçüde kibar bir dille ifade etti.

Dükkânın bir aylık kazancına imza atmam diye yaygarayı bassam da kabalaşıp tehditle, şantajla kâğıdı imzalattı bana. Canımı zor kurtardım elinden. İlçeye indim ertesi gün. Ne kadar daire amiri varsa görüştüm. Sordum soruşturdum. Avukatlara danıştım. İşi bilenlere götürdüm derdimi. Kimse uğraşmak istemedi.

Genç bir avukat davamı kabul etti. Meseleyi bir güzel anlattım. O da bana hak verdi. Ama imza işinin davayı zora sokacağını da söylemeden edemedi. İlk duruşmada kimlik tespiti yapıldı. Sonra her altı ayda mahkeme için şehre inmeye başladım. Gitmişken evin ihtiyacını da görmeye çalışıyordum.

Neco’yla konuşmuyorduk artık. Bazen köylüyle haber gönderiyordu. Sırf kendisine dava açtığımdan alacağımı ödemiyormuş. Mahkemeyi bu işe karıştırmasaymışım söz verdiği gibi on beş gün içerisinde ödermiş parayı lakin iş işten geçmişmiş. Kendisine kötülük düşündüğüm için o da parayı ödemekten vazgeçmişmiş.

Dava üç yıl sürdü. Hâkim paramın yazılı evraktaki gibi ödenmesi gerektiğine hükmetti. Mahkeme kararıyla cebime giren parayla ancak altı adet koyun alabildim. Şimdi onlarla uğraşıp yününden, etinden,  sütünden yararlanıyorum.

Sarhoş Neco, işleri çok geliştirdi. Köye ilk bayan solisti o getirtti. Köylü, sesini çıkarmak şöyle dursun “Ahir zamanda böyle şeylere de gerek var canım, eğlenmek köylünün de hakkı…”  diyerek Neco’ya destek bile çıktı.

Meyhanenin başına kendi gibi uğursuzun birini dikti. O ise şehre açtığı büyük meyhanenin işleriyle uğraşıyor. Son zamanlarda müteahhitliğe de soyunduğunu söylüyorlar ama aslı var mı bilmiyorum. Lüks arabasıyla senede bir iki sefer köyü ziyaret ederek çocuklara oyuncak dağıtıp ihtiyarların halini hatırını da sormasa Necati Bey’in yüzünü göremeyeceğiz doğrusu.

 

idebiyat
Ömer Faruk ÜNALAN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir yanıt yazın