Tanpınar, Ali Ağabey’i Tanısaydı, Sükut Suikastı Neymiş O Zaman Anlardı

DSCN9991

Bir şair dünyayı terk ederse ondan geriye ne kalır? Herhalde içinde bolca hüzün barındıran şiirler ve hatıralar… Masamda birkaç günden beri Ali ağabeyin kitapları duruyor. Arada bir şiir kitabının sayfalarını aralayıp içinden bir şiir okuyorum.

“Sen  ayazı kül rengi gecesi gümüş şehir

Avucumda titreyen kalbe sığdın küçüldün

Kim bilir kaç cesedi emip büyümüş şehir

Bir gecede çürüdün, ufalandın döküldün.”

Hüznüm katmerleşiyor. Sonra onunla ilk tanıştığımız günden bu güne kadar biriktirdiğimiz hatıralar bir bir gözümün önüne geliyor.

Onun bir köşesi vardı Yozgat’ta Sahaf Hüseyin’in dükkânında. Dükkândan içeriye girip sağa döndüğümüzde karşı duvarın dip köşesindeki masada otururdu. Masanın üzerine yığılmış kitapların arasına gömülmüş, bilgisayarında bir şeyler yazardı. Selam verir, hemen çaprazındaki masaya otururdum.

“Gardaş” kelimesi bir serserinin dilinde ne kadar itici ve dejenereyse Ali ağabeyin dilinde o kadar içten ve samimiydi

“Aleyküm selam gardaş” der,

kaldığı yerden devam ederdi. Onun “gardaş” sözü dünyalara bedeldi. “Gardaş” kelimesi bir serserinin dilinde ne kadar itici ve dejenere duruyorsa, Ali ağabeyin dilinde o kadar içten ve samimi duruyordu. Serseri bu sözü ağzının kenarıyla söyler, oysa Ali ağabey, ta içten, gönülden söylüyordu. O söz ağızdan çıktığında bizim için akan sular dururdu.

O çalışırken başımı bilgisayarın ekranına uzatıp bakardım. Genellikle üzerinde çalıştığı şey eski bir Divan olurdu. Ya da üniversitede Yüksek Lisans ve Doktora öğrencisi olup gönüllü tez danışmanlığını yaptığı bir öğrencinin teziyle meşguldü. (Gönüllü danışmanlık dediğime bakmayın, basbayağı oturup tezi baştan sona kendi yazardı. Tezin sahibine ise yalnızca jüride savunmak kalırdı. ) Öyle uzun konuşmazdı. Sürekli susardı. Onun bu susuşu somurtuş değildi, uzun bir tefekkürdü. Bu hali hoşuma giderdi. O yüzden ne zaman memlekete yolum düşse soluğu Sahafta alırdım. Yan yana masalarda boyuna susardık. Saatler geçer giderdi.

Onun kıymetini kimse bilmiyordu. Hoş, o da pek kıymeti bilinsin istemiyordu zaten. Çevresinde olup biten hiçbir şey umurunda değildi. Kendisine bulaşmasınlar, yeterdi. Oysa ben bu duruma fazlasıyla içerliyordum.  Lakin zaman zaman çok bunalıyordu. İşsizlik ve parasızlık onu zorluyordu. Yayın dünyasına iki dergi kazandırdı. Şehriyar ve Kün Edebiyat

Kün Edebiyat dergisini birkaç sayı da olsa birlikte çıkarma şerefine nail olduk. Dergi çıkarma kararını beni arayıp bildirdiğinde sevinçten havalara uçmuştum. İyi bir ekip kurmuştuk. Genel Yayın Yönetmeni Ali Tavşancıoğlu, Yazı İşleri Müdürü Akın Uyar, Yayın Kurulu Siyami Yozgat, Celal Kapusuzoğlu, Mehmet Ali Çakır, Hüseyin Akbaş, Ömer Faruk Ünalan ve Editör Ercan Köksal… Hepsi Yozgat’ın ehl-i kalem ve fedakâr insanlarıydı. Fakat ne yazık ki dergi maliyeti ve dağıtım yükünü daha fazla kaldıramadık. Zaten kalem ehlinin para ve ticaretle ne zaman arası iyi olmuş ki !

11054390_10153478719904381_3257155378990852259_n

Ali ağabey ile Şehriyar’ın ilk sayısından sonra tanıştık. Abbas Sayar’ın vefatının onuncu yılı dolayısıyla Yozgat İl Kültür Müdürlüğü konferans salonunda bir anma programı düzenleniyordu. Bir ara Abbas Sayar üzerine çalıştığım için bu programa katılmak istemiştim. Ali ağabey ile işte o salonda tanışma imkânı buldum. Kendisini önceden Şehriyar dergisi dolayısıyla tanıdığımı söyleyince şaşırmıştı. Belki biraz da sevinmişti

Merkezde bolluk ve bereket içerisinde edebiyat yapanlar Ali ağabey’i anlayamaz.

Merkezde bolluk ve bereket içerisinde edebiyat yapanlar Ali ağabey’in durumunu anlayabilir mi dersiniz? Hiç sanmam. İçinde bulunduğu yokluğu öyle kelimelerle ifade edebilmek çok güç. Kim bilir, belki içten içe bu yokluğun ıstırabını duyuyordu. Ama hiçbir vakit bunu bizlere hissettirmezdi.

Şehriyar dergisi çok seyrek aralıklar ile çıkıyordu. İki sayı arasında on aylık bir zaman dilimi olduğunu biliyorum. Dergiyi çıkarmakta zorlanıyordu, ama vazgeçmiyordu. Bunu memleket için – her ne kadar memleketin aydın ve ileri gelenleri ona sahip çıkmasa da – yapıyordu. İstiyordu ki, Yozgat kültür açısından iyi bir noktaya çıksın. Fakat bunu yaparken Yozgatlı ona hep bıyık altından güler, yaptıklarını küçümserdi.

Bana bir gün, “gardaş benim düşmanım çoktur.” dediğinde buna pek ihtimal vermemiştim. Sonraları bunun gerçeklik payı olduğunu anladım. Yozgatlı onu, yapmaya çalıştığı işleri küçümseyerek cezalandırıyordu. Tanpınar, Sükut suikastına uğradığını söylerken bir eli yağda bir eli balda yaşıyordu. Ali ağabey’i tanısaydı, sükut suikastının ne demek olduğunu işte o zaman anlar, söylediklerinden utanırdı.

Ali ağabey, cesurdu. Hem de beş parasız yayınevi kuracak kadar. Her ne kadar çok sonraları “yayınevi kurma, kuruyemiş dükkânı aç.” dese de o yayınevi açma cesaretini göstermişti. Bu yayınevinde iyi kitaplar da yayımladı. Lakin dağıtım en büyük engeldi. Yayımlanan kitaplar ne yazık ki depoda kalıyordu. Eğer birkaç kitap sağa sola verebilmişse ne âlâ! Bizzat kendim Cağaloğlu’nun altını üstüne getirip onlarca dağıtımcıyla görüşmüştüm. Hiçbiri kitapları dağıtmaya yanaşmadı. Daha sonraları her nasıl olmuşsa olmuş, Ali ağabey bir dağıtımcıyla anlaşmayı başarmıştı. Ne yazık ki o dağıtımcı da alenî sahtekâr çıktı. O kadar kitap gönderdi. Fakat gönderilen kitapların parası hiçbir vakit ödenmedi. Hatta bir süre sonra adam telefonlara bile cevap vermemeye başladı. Neticede oradan da bir darbe yedi.

Uzun bir süredir Kanser illetiyle mücadele ediyordu. Onu her aradığımda telefonu kapalıydı. Arada bir ulaşmayı başardığımda da mecalsiz bir ses tonuyla birkaç kelam etmeye çalışıyordu. Hepsi bu kadar… Vefat haberi yüreğimize oturdu. Daha çok gençti ve o henüz hayattayken bir gün herkes onun kıymetini bilip baş tacı edecekti. Ne yazık ki bunu da başaramadık.

Cenazesi aynı gün defnedilmişti. Ertesi gün memlekete vardığımda sanki her şey olağan haline dönmüştü. Kimse Ali ağabey’den bahsetmiyordu. Kabri başına gittim. Boyum kadar otları yara yara ilerlediğim mezarlıkta bir köşeye defnedilmişti. İsimsiz bir mezardı. Onun kabri olduğunu toprağım ıslaklığından ancak anlayabildim.

Velhasıl, garip gelmiş ve sonunda yine dünyayı garip bir şekilde terk etmiş garip bir şairin kabri başında ne söylenebilirdi ki!

Rabbim mekânını cennet eylesin.

 

 

 

idebiyat
Ercan KÖKSAL

 

Bir yanıt yazın