Nasıl da çabuk geçmişti bunca yıl. Samanların bir çırpıda alev alıp aynı hızla yerini siyah küllere bırakması gibi. Yoklukla imtihan edilişimin beşinci yıl dönümü bugün. Faydasız insanlar yüzünden hayatımıza damga vuran müstesna kişilerin önemi gittikçe artsa da kaçınılmaz yalnızlığın teselliye falan ihtiyacı yoktur. Caddelere kurulan kıldan kafalar, etten kuklalar, samimiyetsiz suratlardan olabildiğince kaçmanın tam da sırası. Gidip kendimi dinleyecek meziyetsiz, tenha bir mekan bulmalıyım tez vakitte. Yoksa darağacında sırasını bekleyen içimdeki esmer çocuğun sandalyesine de tekmeyi atacak birileri.
Dile kolay beş yıl. Daha dün gibi. Elimde olsa da milat olarak tarih atlaslarının tam orta sayfasına kazısam bu tarihi: 10 Nisan 2010… Söylerken bile dili yormayışı önemli bir tarih olduğunun ispatı aslında. Her ne kadar tesadüflere inanıp hayatımı onlar üzerine bina etmesem de bazen sürprizler alışılmadık bir biçimde zihnimi karıştırmaya muktedir olmuştur.
Ah bahar akşamlarını özleten çöl sıcakları. Sahra’nın saçlarında yakıcılığını iyice artırmıştı. Son kullanma tarihi geçmiş teneke salçalar kadar çaresiz hissederdim kendimi onun karşısında. Sahra, siyah saçlarını savurarak geçince önümden; tüm hücrelerim, bir dakikalık saygı duruşunda sebat edip o anı olabildiğince uzatma eğiliminde olurdu. Kahretsin, bunca zamanı durduran bir kadın bir bakışıyla un ufak edebilecekken beni; cesaretime bakın ki ben onun karşısına dikilmiştim yıllarca önce. Nereden bilebilirdim yolumun böylesine tehlikeli bir uçurumda biteceğini.