Kültürlerin ortaya çıkışında dilin etkisi aksi iddia edilmeyecek bir gerçektir. Lisan ile sembolize edilen sözler, kelimeler, kavramlar; maddi ve manevi birikimin seviyesini, kalitesini ortaya çıkarır. Ve yine hiç şüphesiz sözcüklerin yüklendiği manayı kavramak, o lisanın mefkûresini ve ıstılahatını anlamaktan geçmektedir. Bu anlayıştan tecrit edilerek sarf edilen terimler ya kısır ifadelerde hapsolunup kalmış, yada maksadının dışına telakki edilir bir hale bürünmüştür. Halbuki tabiatı icabı dil, canlı ve dinamik bir yapıya sahiptir. Kendisini doğasına aykırı bambaşka bir kültürün içinde bulan lisan yavaş yavaş zenginliğini ve canlılığını kaybeder, sudan çıkmış bir balık misali her ne kadar kalıbı ortada olsa da. Bununla beraber detaylı olarak incelendiğinde dilin tarihi süreç içerisinde deformasyondan en az etkilenen kısmının mânevîyat alanı olduğu görülür. Zira bu alan kendi kültürel birikimini ortaya çıkarırken doğrularını aktarmadaki hata kabul etmeme anlayışını da geliştirmiştir, mâneviyat dünyası ilk bakışta lisanı net ve kesin sınırlarla çevirip disiplinize eder gibi gözükürse de dili farklı tesirlerin tahribatından nispeten korumakla kalmayıp, kelimeleri deyimleri mânâ kesâfetiyle sınırlarının ötesine taşımış latif bir halde aklın hudutlarını aşan bir hürriyetle buluşturmuştur. Herhangi bir kültüre vâkıf olmanın, sadece o kültürün dilini bilmekle olmadığı artık herkesçe malum olan bir gerçektir. Belki o dilin toplumun dimağında veya tahayyülünde çağrıştırdığı mefhum ve mefkûreyi kavramakla bu mümkün olabilir. Bunun yolu da o kültürün beslendiği kaynak unsurları (din gibi, tarih gibi) çok iyi bilmekten geçer. İşte tasavvuf hem inancın hem de bu itikâdi anlayışın ma’kes bulduğu cemiyetin renklerini devamlı irşad ekseninde taze tutmaya çalıştığından, en önemli anlaşma unsuru olan dile çok ehemmiyet vermiştir.
Tabiri caizse bir söz saltanatı kurmuş ve bunu herkesçe güzelliği teslim edilen eserleriyle de ortaya koymuştur. İnsanı beka âleminin iklimine sevk eden bu eserler inancın ve ilahi aşkın tohumlarından kökleşerek insan mefkûresinin ufkunu saran bir bereketli ağaç gibi her dalında her meyvesinde kendi özüne işaret eden bir haldedir adeta. Muhabbet tohumlarını barındırabilecek bereketli kalp toprağına sahip talipleriyle ta günümüze kadar dinamizmini hayatiyetini ve güzelliğini devam ettire gelen bu lisanî anlayış, zamanları mekanları hatta kalpleri ve ruhları aynı sevgi etrafında birleştirerek latif bir hale bürünmüştür. İnşallah biz bu yazı dizisinde tasavvufî kültürün tabirlerini kavram ve sembollerini siz okurlarımızla paylaşacağız. İlk sayımızda sıkça duyduğumuz bir sözle başlamak daha isabetli olur düşüncesiyle “Eyvallah” tabirine dikkat çekmek istedik. Eyvallah; çoğu kimseler tarafından yerli yersiz, gelişi güzel kullanılmasına rağmen yine de işitildiğinde veya söylendiğinde ruhlara serinlik ve rahatlama bahşeden tılsımlı bir söz.
Söz ola kestire başı.
Söz ola kese savaşı
diye koca Âşık Yunus’un ifade buyurduğu kabilden asık çehreleri mütebessim kılabilecek hatta yerinde sarf edildiğinde fitneyi fesadı bir anda kesebilecek bir söz “eyvallah”. Günlük hayatımı da ve tasavvufî hayatın pratiğinde sıkça söylenilmekte olan eyvallah’a öyle eyvallah deyiverip geçmemelidir. Mânevî terbiyeyi insani hayatta nakış nakış işleyen ve inceleyen tasavvuf, bu hassasiyeti konuşma üslûbunda da göstermiştir.
Bu sözün mânevî derinliklerine dalmadan evvel, şöyle bir lügat ve gramer yapısına göz atalım. Eyvallah, üç ayrı kelimeden oluşan Arapça bir cümle. “Ey-iy”, “vallahî”… hemen ifade edelim ki Osmanlıca günümüzdeki körü körüne taklitçilik gibi başka kültürün materyallerini aynen alıp yamamamıştır.
Kültürler arası tabii etkileşim sürecini kendi bünyesinde hazmetmiş, Osmanlı kimliğiyle onları Türkçeleştirmiştir. Sözgelimi birçok Arapça kökenli kelimeyi Osmanlı öyle kullanmıştır ki, Arapça konuşan birisi o kelimeyi bizim anladığımız mana ile asla anlayamaz. Ancak Osmanlı Türkçesi’ni bilmesi icap eder. Yani lafız aynı olsa da anlaşılan manalar farklıdır.
Kaldığımız yere tekrar dönersek ey veya -iy, Evet, tabi gibi anlamlara gelir.
Bilhassa vavla beraber kullanıldığında şüphesiz evet dilimizde ki ifadesiyle aynen öyle, tastamam gibi manaları içine almaktadır. Tamam peki manasına pratik Arapça’da hali hazırda eyva şeklinde söylenişine halkımız aşinadır.
Bazen ayvaa olarak müstehzi bir edayla fevkalade kötü taklitlerini de duyduğumuz bu kelam esasında Allah lafzı düşünülerek bizdeki eyvallah’ın Araplardaki söyleme tarzıdır. “ve” harfine gelince; sadece gramer açısından incelendiğinde en az on iki ayrı işlevi olan bu harfi, kültürel boyutuyla ciltlerle kitapla ifade etmek mümkün. Bu tabirde geçen vav için çeşitli fikirler öne sürülmüş. Bazıları cevabı kuvvetlendirmek için bazıları da yemin manası için kullanıldığını öne sürmüşlerse de, maiyyet yani beraberlik bildirmek için kullanıldığı fikri ağır basmıştır. İkinci kelime olan Allah ki daha çok lafzatullah şeklinde ifade edilir. Cenab-ı Hakkın yüzlerce ismi olmasına rağmen Allah ismi gibisi yoktur. Çünkü Zât-ı Ehadiyyetin kendisini tesmiye ettiği isimdir. Öyle bir zat ismi ki, semavi kitap ta beyan edilen bu isim etimolojik olarak bile incelense, eşi benzeri olamayan bir kelime olarak kalmayıp, ayrıca ikiliği ve çoğulluğu kabul etmeyen bir yapıya sahiptir. Yani her haliyle tek bir isimdir. Bu ismin gramer yapısını incelemektense, bizdeki çağrıştırdığı manayı düşünmekle siz kıymetli okurlarımızı baş başa bırakmak isteriz. Sadece içinde geçen lafzatullah bile eyvallah’ın alelade kullanılmamasına yeter bir sebeptir.
Bekli de gündelik Arapça’da eyvaa olarak ifade edilmesi bundan kaynaklanıyordur. Söz söylemek, konuşmak, icraata nispetle (gerçi konuşmakta bir icra şeklidir) kolaydır. Amma buna rağmen konuşmak, hele yerli yerince konuşmak hiç de kolay bir iş değildir. Hele ki bizlerin köklü ve geniş bir kültürün vârisi olduğumuzu göz önüne alırsak bu daha da titizlik ister. Aman efendim siz böyle anlatıyorsunuz da yani başka bir şey kalmadı da işlenecek bir eyvallah mı kaldı, diye sorulabilir. Buna da eyvallah.
Zaten biz nazar-ı dikkatleri yaygın ve gözümüzün önünde olduğu halde fark edemediğimiz önem vermediğimiz değerlere çekmeye çalışıyoruz. Ekseriya derviş keşkülünden bu tür şeyler çıkar zaten. Eyvallah’ın yukarıda geçen manasıyla beraber tasavvuftaki ıstılâhî sahasını mülahaza edersek bu gerçek daha bariz bir hal alacaktır. Hakla kabul ettik, haktandır manasını ihtiva ettiğinden eyvallah, sufîyyede hemen hemen her halde zikredilir, bir virddir adeta.
Her tecelli eden, madem ki Cenab-ı Hakk’ın takdiri ve muradıyladır, o halde hakla kabul ettik “eyvallah”. Şu anda anlayabildiğime, yahut sonra idrak edeceğim irfana şimdiden eyvallah. Güzel çirkin diye tavsif ettiğimiz velakin hepsinde gizli ve aşikar olan hikmete gördüğüm görmediğim esrar-ı ilahiyeye eyvallah. Bir kıssa anlatılır.
Eyvallahı meşhur bir derviş baba, mahallesindeki kahvehanenin önünden geçiyormuş, orada bulunanlardan biri bizim derviş babayı işaret ederek;
“Bu adam var ya bu adam, başına ne gelirse gelsin ne görürse görsün eyvallah, Allah’tandır, deyip geçer” demiş.
Kahvehaneye yeni yeni alışan çaylaklardan biri de;
“Yani ben şimdi şu ensesi kalın kocaman adama bu çelimsiz halimle gidip bir tokat atsam, ‘Allah’tandır’ deyip eyvallah mı edecek” demiş.
“Ne zannettin” demiş diğeri.
Adamın merakı etrafın tezahüratıyla pekişince denemeye karar vermiş. Usulcacık derviş babanın arkasına kadar yaklaşmış. Birdenbire zıplayarak dev cüssenin taşıdığı kafanın ense köküne şamarı yapıştırmış. Boyu yetmediğinden olacak elinin ayarı da bir hayli kaçmış. Tokadın sesi yankılanırken hazret hışımla arkasına dönmüş. Korkudan dizlerin bağı çözülen acemi çaylak güç bela;
“Baba erenler Allah’tan Allah’tan” demiş, amma tesir edeceğine ihtimal vermez ve hayatından ümid keser haldeymiş ki, baba erenler;
“Korkma korkma, Hak’tan olduğunu biliyorum” demiş ve;
“Ben, hangi yezidi musallat etti diye bakıyorum” demiş.
Fıkra bir yana anlaşılan her makamın, her derecatın, her derekatın kendine göre bir eyvallahı var. Ve olmalıdır da.
Eyvallahın ruhuna nüfuz edebilir, içine samimi bir tasdik havası barındığını fark edebiliriz. Samimi içten kabulleniş ancak muhabbetle olur. Zaten din de, bu muhabbetin tesiri içindir. Öteki türlü, inanç sistemini sadece bir dizi ameller olarak algılamak ki menzile yani o rızaya asla ulaştıramaz. İkilik de burada başlar bu muhabbet olmazsa her muhatap kalınan emrinde o bir sen olmuş olur ki, kişi bu durumda ibadet ederken ikilikten kurtulamaz. Halbuki muhabbetle teslimiyet gerçek birliği sağlar. Eyvallah böyle bir halin nişanesidir. Bu mefhumu ile alakalı Kitap’tan ve sünnetten pek çok örnek vardır.
Mesela Bakara sûresinde anlatılan Hz. Mûsâ (a.s.)’ın kıssasında; Hz. Mûsâ (a.s) kavmine Hz. Allah’ın bir inek kes emri verdiğini söylediğinde onlar:
“Sen bizimle alay mı ediyorsun” diye karşılık verirler. Mûsâ (a.s)’ın işin ciddi olduğunu belirtmesi de ikna olmalarına yetmez.
“Bu ineği bize anlat, rengi nedir neye benziyor, şöyle mi böyle mi?” gibi sorularla işi yapmamak için kırk dereden su getirirler. Maide sûresindeki kıssaya göre ise bu önce Allah’tan doymak için rızk nimet isterler, kendileri kudret helvası ve bıldırcın eti ile nimetlendirilmeleri ve bu mucize karşısında sayısız hamd ü sena edip Hak Teala’ya şükredecekleri yerde, bu sofrada soğan, sarımsak yok diyerek onda bile kusur bulurlar. Yani anlaşılan ne emirlere karşı, ne de nimetlere karşı eyvallah diyerek bir teslimiyet göstermezler. Zaten bu gibi hususlarda çok fazla itiraz etmelerinden dolayı Cenab-ı Hakk’ın Yahudi şeriatını çok ağır kıldığını söylemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis-i şeriflerde geçen bu ve benzeri misaller tecellileri eyvallahla kabullenemeyişin, Mevlâsı ile kulu arasındaki muhabbet bağını nasıl kopma noktasına getirdiğini ibretle göstermektedir. Dînî kaynaklarda ve kültürümüzde ahlaki güzellikte numune teşkil edebilecek âbidevî şahsiyetlerin hep eyvallahın o tasdiki ruhuna ermeleriyle bu derecelere nail olduklarına işaret vardır. Bendeniz ihtiyarların sohbetlerinden hatırladığım bir latifeyi sizlere nakledeyim. Güya büyük şeytan askerlerini toplamış. Rapor alıp yeni vazifeler veriyormuş. Bu esnada yoldan çıkartamadıkları bir zahidin durumu görülmüş. Şeytan çok güvendiği yeni birini görevlendirmiş. O da insan suretinde bu zahide gelmiş. Hatta zekasıyla arkadaşlık kurmayı bir şekilde becermiş. Başlamışlar beraber gezip tozmaya. Ama şeytan durur mu, durmaz. Yavaş yavaş huysuzluk yapmaya, muhalefet ederek sürtüşmeye gayretle hep tartışma çıkartacak zemin hazırlıyor, zahid sağa gitse sola gidelim, oturalım dese kalkalım diye itiraz ediyormuş. Gelin görün ki bizim zahid eyvallah veya pekala eyvallah dediğinden bir türlü niza çıkmıyormuş. Bu halden iyice sıkılan şeytan dayanamayıp esas suretine dönerek “eeeeh sen nasıl edeceksin be adam, sende fısk-ı fücura kabiliyet yok ki azdırayım” diyerek savuşup gitmiş. Belki bu, işin latifesi. Ama fevkalâde düşündürücü. İnsan birçok musibete “ben” belasından, çekişmekten dolayı uğramız mı?. Başka bir ifadeyle inayet-i Hak’la, halkla yaşamayı kendisine şiar edinerek eyvallahı vird edinen kolay kolay gaflete hırsla kavgaya düşer mi?. Adım adım benlikten kurtulmaya basamak olan Eyvallah, hak suretinde bâtılın ayrılmasına vesile olduğu gibi, haktan ve hak ilminden ayrı düşmeye de lâzım bir virddi. Kişi böylesi bir hakikat rehberine erişirse, eyvallaha iyi tutunmalı der sofiler. Hz. Mûsâ (a.s.)’ın Cenâb-ı Hızır ile olan arkadaşlığı bu mevzuya pek güzel misal teşkil eder. Bir zata sormuşlar. Her şeye eyvallah, peki gafilin gafletine de mi eyvallah? Cevaben, “Gaflete eyvallahımız yoktur, fakat gafil bir kimse gördüğünde, bu benim halim de olabilirdi, ama Cenâb-ı Hak şu an beni muhafaza etti diye tefekkür edersin. Ve ibretle eyvallah dersin” demiş. “Peki, yanlış olanşeyi nasıl düzelteceğiz?” diye sormuşlar. O zat devamla, “Kendi acizliğini hatırına getirerek karşısındakini ikna etmen daha kolay olur, sen kendi egonu aradan çıkarırsın, böylece sözünün tesiri olur” diye cevaplamış. Cenâb-ı Pir Mevlana Celaleddin-i Rumi (kds)’nin oğlu Sultan Veled, şahane bir beytinde bu güzellikleri özetlemiş.
“Bize ne irs-ı peder, ne servet ü ne cah kalmıştır,
Şuûn-ı hikmete karşı bir Eyvallah kalmıştır”
(Bizlere babamızdan maddi bir miras, büyük bir servet ve makam kalmadı.
Bizlere kalan (bunlardan çok daha kıymetli, bizleri evvelkilerin mevkiine erdiren) Hakk’ın hikmet tecellilerini eyvallahla karşılama hali kalmıştır)
Kuru kuruya taklit etmekle değil sözün hakikatini idrak ederek söylenmelidir eyvallah. Sadece taklitle bu sözler söylenirse, folklorik motif olarak kalmaktan öteye geçemez. Daima gözle, gönülle; hakkı, hakikati, sezinlemeye gayret etmekle, yakınlığa etmek isteyişin eseri olursa bu durumda adım adım benlikten kurtulmaya vesiledir eyvallah. Taklidimizin tahkike erdirilmesi niyazı ile…
M. Fatih ÇITLAK