Bir şeylerin ağrısı bu, çoğaldıkça çoğalan. Şifa talep eden gözlerle, yine kendi gözlerini arayan. Kâh ateşe düşmüş kuş gibi, kâh ateş gibi. İhtiyarlamak gibi çocukken. Bir gençliği yeni baştan yaşamak ister gibi. Ağrıdıkça ağrıyan. Sol yanında. Sağ lobunda. İç cebinde. Sırt çantanda.
Ağrıyor, ağrıyorsun. Anısını ezivermek ister gibi en olmadık mahcubiyetlerin. Yanlış bir sokağa zoraki girmek gibi bir gece yarısı. Midene ağrılar giriyor; say ki sen, o ağrı içinde bir “yok”sun. Ama ağrıyorsun!
Karanlıkta bir şeyler okumak ister gibisin. Elektrikler hep kesik. Kaşınıyorsun haftalardır; yıkanmalısın. Sular, ah o sular fi tarihinden beri akmıyor! Deli bir susuzluğun üstüne çıkmak isterken, dibe doğru kulaç atıyor, dibi de bulamıyor gibisin.
Buruksun. Boğazında bir Gordion düğümü. Aklın başka yere çekiyor, kalbin başka. Zaten aklının olduğu yere bir otağ kurmuşsun; kalbin hep haymatlos aşka.
Bir şeyleri unutmakla geçiyor insanlar önünden. Çarşının en işlek yerinde tutunamamış esnaf lokantası gibisin. Çünkü vegan bir hırsla gözettiğin ekolojik dengeler, seni jeo-ekonomik olarak bertaraf etmiş. Olabilir. Oluyor böyle şeyler. Başkalarına da oldu.
Ama ağrıyorsun işte! Neren ağrıyor, tam bilmeden. Ne şaman ve dahiliye poliklinikleri ve trend topic’ler ve tornavidalar… Ne de uğruna saçlarına aklar düşürdüğün onca gerçeğe benzeyen yalan, yılan ve kuzu postu! Onca pire için yorgan, yorgan için koca bir orman yakmalar… Ah ciğerlerinde -kaç amazon sağ memesinden oldu!- bir ok atımlık kuşlar. 100 gramlık! 100 gramlık kuşlar!
Kuşa da yazık. Oka da. Anlıyorsun.
Ağrının kendisidir, insan.
Yan.
Belki yorulursun.
Deniz Zehra